– MERAL TABAKOĞLU TOKSOY
*
Dedemin öğütleri ve hayat felsefesi beynime kazınmış olarak büyüdüm. İlkokula gidene kadar hayatımın her anı dedemin yanında ve onun kucağında geçti. Ona hayranlığım herkesin anlayacağı bir durum değildi. Yaşıtlarımın birçoğu da bunu anlayacak kişiliğe sahip değillerdi. Benim de umurumda değildi zaten. İşin gerçeği ben akranlarımdan farklıydım. Erken olgunlaştım, demek de yanlış olur. Doğuştan böyleydim. Vefalı, düşünceli ve kıymet bilen. İnsanın kendini böyle tanımlaması, birçok kişiye garip ve yakışıksız gelebilir fakat ben gerçekleri anlatmak durumundayım. Övünmek gibi bir niyetim yok. İlkokula başlayınca köyden taşınmamız dahi dedeme olan düşkünlüğümü değiştirmedi. Liseyi bitirene kadar da katlanarak devam etti. Nihayet lise son sınıfa gelmiştim. Arkadaşlarıma sıklıkla dedemi anlatırdım. Şaşırıyorlardı ona olan düşkünlüğüme. Hele de tüm tatillerimi onunla geçirmeme hayret edip bir de üstüne üstlük dalga geçiyorlardı. Anlayacağınız ben onları, onlar da beni anlamıyorlardı. “Oğlum biraz olsun gez eğlen, bu kadarı da fazla değil mi? Üniversitede ne yapacaksın? Biraz alıştır kendini uzakta kalmaya. O zaman da gelecek misin?” diyorlardı kinayeli kinayeli. Ben de, “Dedem artık yaşlandı, onu ne kadar çok görsem kâr.” diyordum anlamalarının imkansızlığını bilerek. Bu arada dedemin yanına her gittiğimde yaşadıklarıyla ilgili tüm ayrıntıları not almaya devam ediyordum. Bir gün mutlaka kitap çıkaracaktım. Belki de filmi bile çekilirdi kitabımın kim bilir.
Dedem son zamanlarda ölümden çok bahsediyordu. “Böyle konuşma dede.” dediğimde o yine her zamanki şefkatli ve sevgi dolu yüz ifadesiyle, “Oğlum ölüm de doğum kadar normal. Allah’ım sizlerin yokluğunu yaşatmasın bana. Malum yaşlandık artık. Kaçınılmaz son belli. Elden ayaktan düşmeden ölmek nasip olur inşallah. Bakana da yatana da çok zor yavrum.” diyordu. Bunları birçok insan dillendirebilir ama dedem kadar samimi ve yürekten teslim olup ölüme gülümseyerek bakan başka biri var mıydı, bilmiyorum.
Lise son sınıfın son günleriydi. Köye derslerimden dolayı her hafta gidemiyordum ve bunun üzüntüsünü yaşıyordum. Öyle alışmıştım ki o düzenli ziyaretlere, dedemi özlediğim bir yana bir de suçluluk duyuyordum. Bir gittiğimde dedem, gözleri görmediği için el yordamıyla ellerimi buldu ve sımsıkı tuttu. Yine kırlardaydık, yanına oturttu. Bir taşa sırtımızı dayadık. O görmeyen gözlerini bana çevirip eliyle çenemden tuttu ve kendisine döndürdü. Göz göze bakıyormuşuz gibiydik. “Sana şimdi söyleyeceklerimi unutma ve beni iyi dinle oğlum.” dedi. “Hep söylüyorum, şimdi de tekrar etmek istiyorum: Emrihak vaki olduğunda çok üzülmeyeceksin. Sen üzülürsen inan ben rahat uyuyamam. Öleceğime değil, sana üzülüyorum. Bazen pişman oluyorum böylesine yakın olmamızdan dolayı. Benim yokluğuma üzüleceğini düşündüğüm için tabi. Bana bunun için söz vermeni istiyorum. İnan bana, ben seni hep göreceğim, bundan emin ol. Arada mezarıma gelip olan biteni anlatırsın. Ben seni sessizce dinlerim. Seni duyarım ama cevap veremem sadece. Söz ver bana!” diye tekrarladı. Bu denli ayrıntılara girerek konuşunca aklıma türlü şeyler gelmeye başladı. Acaba bir hastalığı var da bizden mi gizliyor diye düşünürken gözlerim doluvermişti. Bir süre ikimiz de sustuk. Sessizliği bozan ben oldum. “Dede, kendini iyi hissetmiyor musun?” dediğimde “Oğlum, seksen yaşındayım, çok şükür iyiyim ama belli olmaz. Ben hep Allah’a elden ayaktan düşmeden al canımı, diye dua ettim. İnşallah öyle de olacak. Dileğim kabul olursa benim adıma hepiniz de sevinin.” diyerek sözünü bitirdi ve yine sustu. Dedem o gün her zamankinden farklıydı. Bir dalgınlık ve durgunluk vardı üzerinde. Konuştuklarımızdandır, diye konuyu değiştirdim. İlgisini çeken mevzular açsam da onun aklı başka yerdeymiş gibi beni duymuyor, dalıp gidiyordu.
Bütün gün yine dağları gezindik. Akşamüzeri güneşin son ışıkları köyü okşayarak geçti. Tarlaların üzerinde kalan son ışıkların manzarası insanı büyülüyordu. Eve geldiğimizde dedem bahçede elini yüzünü yıkarken, babaannemi kapıdan içeri çekip “Dedemin nesi var?” diye sordum. “Bir haftadır böyle oğlum. Sürekli vasiyetini hatırlatıyor. Yatmadan, evden çıkarken helallik istiyor. Ben de anlamadım ama korkuyorum halinden oğlum.” dedi ağlarcasına. Babaannem o gün dedemin en çok sevdiği yemekleri yapmıştı. Sofra kurulunca kokularından anlamıştı yemekleri dedem. Babaannemin başını okşayarak, “Allah senden razı olsun hanım.” dese de her zamanki iştahından eser yoktu. Onun durgunluğu bize de geçmiş, biz de sessizleşmiştik.
Köye gittiğimde, sobanın yanında karşılıklı konmuş sedirlerde yatmayı çok severdim. Tabi dedem de karşımda yatar, uyuyana kadar sohbet ederdik. Yatma vakti geldiğinde dedem yatağına uzanmadan yanına oturdum, sarıldık. Alnımdan, saçlarımdan koklayarak öptü ve “Allah rahatlık versin yavrum.” diyerek yatağına uzandı. Ben de aynısını ona söyledim. Uzun süre uyku tutmadı, döndüm durdum.
Ne zaman uyudum bilmiyorum. Dedemle dağlardaydık gene. Suskunluğu devam ediyordu ama bir şeye yetişecekmiş gibi hızlı yürüyordu. Ona yetişmekte zorlanıyordum. İçimde sebebini bilmediğim bir acı vardı. Sonra dedemin gözlerinin görmediğini hatırlayıp benim önümde bu kadar hızla nasıl gittiğini anlamaya çalışırken, içimdeki acıya inanılmaz bir korku eklenmişti. Onun gözlerinin görmesi en büyük neşe kaynağım olacakken olması gerekirken bu acıyı anlamak mümkün değildi. Nefes nefeseydim ve dedemle aramız biraz daha açılmıştı. Aklımda bin bir soru varken hiçbirini sormaya gücüm yetmiyordu. Yüksek bir tepeye yaklaşmıştık. Gökyüzü masmavi, pırıl pırıldı. Dedem daha da hızlanmış ve koşarcasına tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Durmadan, arkasına bakmadan. O sırada yakınımızda bir bulut kümesi belirdi. Elimi uzatsam tutabilirdim. Dedem iki adım ötemde durmuş, başını kaldırmış buluta bakıyordu. Her şey olağanüstü güzel olmasına karşın hâlâ korkuyordum. Üstelik hayatımda tatmadığım bir korkuydu bu. Dedem yavaşça başını bana döndürdü. Çok güzel gözleri vardı. “Tam da tahmin ettiğim gibisin.” dedi. Kısa süre sevgi dolu, gören/gülen gözlerle yüzüme baktı. Yetişmesi gereken bir yer varmış gibi sabırsız ve telaşlı olduğunu görüyordum. Bulut ayaklarının altına kadar gelmişken aniden bir pegasusa önüşmüş ve dedem de üzerine binmişti. Var gücümle bağırmaya çalışsam da sesim çıkmıyordu. Son kez dedem bana dönüp sağ elini havaya kaldırdı. El sallarken pegasus da kanatlarını çırparak gökyüzüne doğru havalandı. “Beni de al dedeciğim.” diye çığlık çığlığa arkasından bağırdım.
Omuzlarımdan tutup beni sarsan babaannemin sesiyle kendime geldim. Kan ter içinde kalmıştım ve titriyordum. “Uyan oğlum bu neyin rüyası böyle?” diyordu babaannem. İki koluma yaslanarak yatağın içinde doğruldum. Şaşkınlıkla gördüğüm rüyayı düşündüm. Yataktan fırlayıp dedemin yanına gittim. Yorganı açarken “Dede!” diye seslendim. Dedemi kendime doğru çevirdim. O, her zamanki tebessümüyle bana bakıyor gibiydi ama gerçekte gökyüzünün katlarını tırmanmaktaydı.