Röportaj : Emre Gülbey DEMİR
- Hocam, dergimiz Afşin ilçemizde çıkarıldığı için ilk sorumuz Afşin ile ilgili olmalı diye düşünüyorum. Afşin denilince sizde nasıl bir tasavvur oluşuyor? Sıla ile ilgili anılarınız nelerdir?
Afşin; doğduğum, çocukluğumu geçirdiğim, delikanlılık yıllarımı yaşadığım, Ashâb-ı Kehf’in rûhâniyetinden ve ecdâdımın asâletinden müstefit olduğum, bu güzel toprakların parmak izlerini bir ömür rûhumda taşıdığım anavatanımdır. Afşin; hayatımın en âsûde dönemine, münzevî güzelliklerine ve hâtıralarına beşik olan, Müslüman Türk kimliğimi mayalayan, ismi yâd edildiğinde yüreğimi târifsiz bir vuslat özlemi kaplayan ve Necip Fâzıl’ın Takvimdeki Deniz şiirinde;
“Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin”
dediği gibi; adı bile dâüssıla derdini ve hasret duygusunu hüzün dolu bir hissiyatla şâha kaldıran ve elli yıldır gurbette olsam da, her dem gönül gönderimde Ay Yıldızlı Al Bayrakla birlikte dalgalanan “Yedi Uyurlar” diyârı memleketimdir.
Brezilyalı yazar Jorge Amado; “İnsanın anavatanı çocukluğunun geçtiği yerdir” demektedir. Gerçekten de dünya gurbetine “Yitik Cennet”ini yeniden kazanması için gönderilen Âdemoğlunun “sıla”sı âhiret olsa da, memleketi ne doğduğu, ne de doyduğu topraklardır; insanın memleketi çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerdir. Çünkü her insan, yıllar geçse de çocukluk ve ilk gençlik dönemini yaşadığı mekânlara ve zamana duyduğu muhabbeti; kalbinde, zihninde ve hâtırâlarında canlı olarak yaşatmaktadır. Afşin’de geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarım; dînî ve millî müktesebâtımızın, medeniyet kültürü ve geleneklerimizin, folklorik değerlerimizin, hayâl dünyamızın, istikbâle dâir fikirlerimizin harmanlandığı, karakterimizin ve kimliğimizin şekillendiği, âidiyet duygusunun mensûbiyet şuuruna tekâmül ettiği, hayata bakış, dünyayı algılayış ve hâdiseleri değerlendiriş biçimimizin fikrî temellerinin atıldığı çok önemli bir zaman istanbul escort dilimidir. Zâten şahsiyetimizin, sâhip olduğumuz insanî ve irfânî değerlerle, din, dil ve kültür konusundaki düşüncelerimizin, memleket / vatan sevdâmızın çocuklukta ve ilk gençlik yıllarında mayalandığı tartışılmaz bir hakikat ve pedagojik bir gerçektir.
Bütün bu sebeplerden dolayı bizler; ne zaman hayatı geriye sarmaya başlasak, karşımıza ilk önce çocukluk ve ilk gençlik yıllarımız çıktığına kendi yaşadıklarımızla mükerreren şâhit oluruz. Çocukluk yıllarını özlemle anmamıza ve hayâlhânemizde devamlı yaşatmamıza etkili olan bir başka sebep ise; bugün artık kaybettiğimiz o günlerdeki güzelliklere duyduğumuz hasretin her geçen gün daha da artması değil midir? İçinde yaşadığımız dönemin rûhumuza batan dikenlerinin acısını, elemini, hüznünü ve meşakkatini gördükçe, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın gerçek mânâda bir gülistan ve Cennet kokulu bir vatan olduğunu çok daha iyi anlıyor, “Yeşil Afşin”in Termik Santral’dan önceki eski hâlini, tertemiz havasını ve suyunu büyük bir hüzünle yâd ediyoruz.
Yarım asırdır gurbette olsam da, dünya gurbetinde ateşten bir gömlek giyerek gurbetin içinde bir başka gurbet daha yaşasam da; çocukluk hâtıralarım, okul ve mahalle arkadaşlarım, memleketimin insan manzaraları hep yâdımda olduğu gibi, Afşin’in eski hâli, sokakları, bahçeleri, bağları, ırmakları, dereleri, dağları, ormanları, çiçekleri ve ziyâret yerleri de her zaman gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmektedir. Bütün bunları; ‘İhtiyar delikanlıların çocukluk yıllarına duydukları özlemdir’ diye yorumlayanlar olsa ve bu yorumda gerçeklik payı bulunsa da; kanaatimce aslolan, insanın kendi memleket toprağına duyduğu mensubiyet bağının onu çekip Ashâb-ı Kehf toprağına götürmesi ve insanın kendi hakîkatinden hiçbir zaman uzaklaşmadan “Kökü mâzîdeki âtî” olduğunu idrak etmesidir.
Âdemoğlu nereye giderse gitsin içinde hep bir tutam memleket taşır. İnsan nerede yaşarsa yaşasın mutlaka kalbinin hafî tepelerine setredilmiş sıla-i rahime dâir -küllenmiş de olsa- hasret yüklü bir sevdâ ateşiyle dolaşır. Yüreğinin ahfâ tepelerine demir atan ve gönül dilinden lirik bir şiir gibi dökülen memleket sevdâsı; dünyanın en güzel toprağının herkes için kendi anavatanı ve ana-baba ocağı olduğunu hâl diliyle bizlere anlatmaktadır.
Bu duygu ve düşüncelerle Afşin hakkındaki sorunuzu cevaplarken hatırıma düşen, anne ve babası Rahmet-i Rahmân’a gidince memleketin rağbet kapısı kendisine kapanan Diyarbakırlı Ahmed Hâmî Efendi’nin;
“Ehl-i dil ârâm ider her kande kim rağbetlenir
Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir”
mısrâlarındaki medd ü cezir iklimi, sâdece onun hâline değil, benzer durumdaki pek çok kimsenin yaşadığı melâle de tercüman olmaktadır.
- Malumunuz dergimizin içeriği şiir ve öykü üzerine. Hocam, iyi bir şiiri ya da iyi bir öyküyü nasıl tanımlarsınız?
Şiir; dil, duygu, düşünce, ahenk, imge, ses ve müzikalite üzerine binâ edilen özel bir medeniyet dilidir. Bu sebeple iyi bir şiir yazabilmek için; öncelikle ve ilk temel şart olarak şâir ruhlu bir yaratılışa ve kabiliyete sahip olmanın yanında; “Anamızın ağzımızdaki ak sütü” olan güzel Türkçemizi, mensubu olduğumuz Türk-İslâm Medeniyetini, geçmişten günümüze şiir geleneğimizi ve şiirin olmazsa olmaz unsurlarını çok iyi bilmemiz gerekir. Yok, eğer vehbî bir şiir yeteneğine ve hayâl gücüne sâhip değilseniz, Türkçeyi iyi bilmiyorsanız, kelime hazneniz fakirse, medeniyetimizden tevârüs ettiğimiz değer yargıları, mazmunlar ve irfânî güzellikler müktesebâtınızda yoksa ve eski Türk şiirinden Dîvan edebiyatına, halk edebiyatından günümüz şiir anlayışına muttalî değilseniz iyi şiir yazamazsınız / yazamayız. Şiirin teknik unsurları diye nitelenen vezin, kafiye, ses ve ritim ögelerinin belli düzen içinde kullanamıyorsanız; hissiyat, imge, söz sanatları ve ifâde âhenginde eksiklikleriniz bulunuyorsa, kelimelerin efendisi değilseniz; kelimelere semboller, hayâller, mazmunlar ve mecazlar vâsıtasıyla yeni mânâlar kazandırıp mısralarınızı ziynetlendiremiyorsanız, insanda güzel duygular uyandıran ve müzikâlitesi yüksek olan estetik ifâdeler yakalayamıyorsanız; günlük dildeki sözcüklerin lügat anlamlarının çok ötesine geçerek metafizik alanlara kapılar açıp köprüler kurarak şiirin yarınlara açılan ufkuna kanat çırpamıyorsanız has şiirin uzağında kalırsınız / kalırız. Eğer; şiiri sâdece vezinli ve kafiyeli mısralardan ibâret sanır, şiiri şiir yapan yukarda ifâdeye çalıştığımız unsurlardan âzâde kalırsanız; “Türkiye’de üç kişiden beşi şâirdir” veya “Ülkemizde şâir çok, şiir yok!” sözlerinin ya da Şâir Eşref’in;
“Erbâb-ı teşâür çoğalıp şâir azaldı,
Yok öyle değil, şâirin adı kaldı.”
mısrâlarının muhataplarından olursunuz / oluruz…
Şiir hakkındaki yaptığımız aşağıdaki îzahlar; gerçek şiirin ne olduğunu, şiirin “şiirimsi”den farkını ve has şiirin hangi mânâ ufuklarına yelken açtığını ortaya koyacaktır:
Şiir; edebiyat dünyasının hâkânı, nazım ve nesir ülkesinin sultânı, gönül dilinin tercümanı ve fetânet imbiğinden süzülen duygu çiçeklerinin elvan elvan açıldığı efsunkâr bir fesâhet gülistânıdır.
Şiirin; rûhu duygu, cismi lisân, aslı ilham, ufku hayâl, özü mânâ, sözü ilim, esası tefekkür, muhtevâsı sanat, deseni estetik, motifi sembol, âhengi mûsikî ve mihengi ses armonisi olup; rûhunda Rahmânî ışıltılar taşıyan, okuyanı yüreğinden yakalayan, insanın hissiyatına tercüman olan ve Âdemoğlunu her mısraı farklı duygu ve düşünce iklimiyle buluşturan söz sanatlarının sultanına şiir denir. Yahya Kemâl şiir için; “Darası alınmış söz” demektedir. Şâir ise kelimelerden tasarruf eden bir mutasarrıf olup, az sözle çok şey anlatan, mânâyı kanatlandırarak kelimeleri yeni anlamlara taşıyan bir söz üstadıdır.
Şiir; kelâmı “laf” olmaktan çıkartıp “güzel söz”e dönüştüren, duygu ve düşünceleri farklı bir idrâk ve ifâde gücüyle buluşturan, sembolik anlatımlar ve sıra dışı tasvirlerle gönüllere bâd-ı sabâ bölüştüren, kelimelere hayâl ülkesinin efsunkâr ufuklarını açarak onlardan yeni anlam ve kavramlar geliştiren bir “büyülü dil”dir.
Şiir; İlâhî iklimlerle irtibat kuran; güzelden ve güzellikten hareket edip “En Güzel”e ulaşma yolunu bulan; estetik bir letâfete, etkileyici bir zarâfete, akıcı bir âhenge, dokunaklı bir söyleyişe ve insanın gönlüne hitap eden çok etkili bir ifâde gücüne sâhip sözlerin şâhikasıdır. Şiir, zâhirî yönüyle maddenin, bâtinî yönüyle mânânın seslendirildiği nâzenin bir gül demeti olup, maddenin mânâ ile harmanlanmasıdır.
Şiir; hayatın gerçekleriyle, hayâl ufkundaki hakîkatlerin gönül teriyle mayalanması ve ebrûlî duyguların elvan elvan açan kır çiçekleri gibi dizelere yansımasıdır.
Şiir; aklın kalbe, kalbin de emr-i İlâhî’ye râm olması neticesi, duyguların sonsuz bir âleme doğru kanatlanıp uçması ve düşüncelerin Mâverâ’ya yelken açmasıdır.
Şiir, gönül dağının dumanlı zirvelerinde çağlayan duygu selinin; hayâl ufuklarındaki hakikatlerle hemhâl olup; alın teri, göz nûru ve tefekkür ikliminde demlenirken rengârenk çiçek açan dizelerin ses ve söz uyumuyla ziynetlenmesidir.
Şiir, zaman ve mekân ötesinden gelen ilhamlarla söz ipliğine mânâ incilerinin dizilmesidir. Şiir, gönül tellerinde aşk ile dolaşan mızrabın âhenkli ritimlerle mısrâlara akseden sesidir. Şiir, insanın yüreğinde karşılığı olan duyguların en dokunaklı ifâdelerle dile gelmesidir. Şiir, uyanıkken görülen çok özel rüyâların en güzel kelimelerle bestelenmesidir. Şiir, firârî düşlerin dizelerde gülümsemesi, kelimelere dökemediğimiz hislerin dile dökülmesi ve yorgun hayâllerin en soylu nefesidir.
Şiir, hüzün ikliminde dolaşan duyguların sırdaşı, uykusuz gecelerin yol arkadaşı, vuslata er/e/meyen sevdâların, âşikâr edil/e/meyen aşkların en sâdık yoldaşı ve edebiyatın zirve taşıdır. Şiir, gök menzilli duygular ve kök boyalı düşüncelerle dokunan bir medeniyet kumaşıdır. Şiir, İlâhî sevdâların rahlesinde aşkı meşk edenlerin gönül gözünden dökülen gözyaşıdır. Hâsılı şiir; “Aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helâl” diye tesmiye olunan, insanları duygulandıran, ruhları kanatlandıran ve ne söylense az geleceği için târiflere sığmayan “bir sır hazînesidir.”
Öyküye gelince; iyi bir hikâyenin tanımının ne olduğu, zihinlerde ve gönüllerde iz bırakan bir öykü yazmak için nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında da şunları düşünüyorum:
Arjantin’in en büyük yazarlarından birisi olan Julio Cortazar; “Roman sayıyla, kısa öykü nakavtla kazanır.” demektedir. Bir metin ne kadar kısaysa o kadar güçlü olmak zorundadır. Hikâyede, romanda olduğu gibi çok uzun karakter tahlilleri ve mekân tasvirlerine yer verilmemeli ve öykü roman gibi uzun olmamalı, çok daha kısa tutulmalıdır. Yazacağınız hikâye çok uzun olmamalı, okuyucunun zihnine ve yüreğine hitap eden vurucu özellikler taşımalıdır. Bâzen çarpıcı tek cümleyle okuyucunun ruhunda derin izler bırakabilirsiniz. Kısa öykü alanında dünyadaki en büyük yazarlardan birisi olan Rus Anton Pavloviç Çehov; “Vaktim olsaydı daha kısa yazardım.” demektedir.
Hikâyede, şiir gibi; gizemli imgelere, esrarlı kelimelere ve güç anlaşılır cümlelere yer verilmemelidir. Ancak kelimeler çok düzgün bir biçimde yanlışsız ve yerli yerinde kullanılarak yazılmalı ve olayların gelişmesinde tutarsızlıklar da olamamalıdır. Daha net, anlaşılır, ancak mesajı doğru veren ve insanı etkileyen cümleler kurulmalıdır. Yer, zaman ve mekân uyumuna, anlatımdaki zaman kiplerinin paralelliğine dikkat edilmeli ve günlük konuşma diliyle öykü yazılmamalı, özenli cümleler kurulmalıdır. Düzgün bir imlâ kullanılmalı, akıcı bir anlatımla her cümle bir önceki cümleyle bağlantılı olmalı ve ifâdeler birbirini tamamlamalıdır. Hikâyede alelâde tipler ve günlük hayattaki sıradan olaylar yerine ilginç karakterler ve sıra dışı şahsiyetler ele alınmalı, olaylar kurgu ve hayâl gücüyle harmanlanmalı, merak uyandıracak bir üslup anlatıma hâkim olmalı, aşırıya kaçmadan söz sanatlarına yer verilirken, edebî süslemeler latif bir biçimde ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Sonuca doğru varırken tahmin edilmeyecek birkaç dönüm noktası bulunmalı, sürpriz gelişmeler olmalı, hikâye şaşırtıcı bir finâlle ve akılda kalacak vurucu bir ya da birkaç cümleyle neticelendirilmelidir. Özellikle hikâyenin son cümleleri şiirin de ayak sesleri okuyucuya duyurmalıdır.
Peki Hocam sizin hayatınızda izler bırakan şairler ve yazarlar kimlerdir?
Elbette her şâir ve yazarı etkileyen, üslup ve muhtevâ olarak kaleminde tesirleri görünen, şiir ve nesir anlayışında izleri bulunan edipler, şâirler ve mütefekkirler muhakkak vardır. Herkesin ilk şiirlerinde ve nesirlerinde söz konusu kişilerin tesirleri âşikâr olarak görülür. Ancak zaman içinde onların gölgesinden kurtulan, kendi üslup, biçim ve tarzını ortaya koyan şâir ve yazarlar öne çıkar, kabul görür ve isimlerini yarınlara taşırlar. Aksi takdirde aslı varken kimse taklide değer vermez ve Rahmetli Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi; “Gölgede kalanın gölgesi olmaz.”
İslâm medeniyetimiz, millî kültürümüz, edebî mîrâsımız ve kadim geleneğimiz üzerine dünya görüşünü binâ eden; kalemi, kelâmı ve selâmı turkuaz ufuklardan Kıble’ye dönük olan bir Müslüman Türk evlâdı olarak elbette örnek aldığım, etkisinde kaldığım, fikir çizgisine ve edebî anlayışına kendimi yakın bulduğum, üslup ve tarzını çok beğendiğim ve başlangıçta taklit ettiğim şairler ve yazarlar pek çoktur. İsim olarak sayacak olursak; Yunus Emre, Fuzûlî, Nâbî, Bâkî, Şeyh Gâlip, Taşlıcalı Yahyâ, Yenişehirli Avni, Sinan Paşa, Aziz Mahmud Hüdâî, Niyâzi Mısrî, Ziyâ Paşa, Namık Kemâl, Mehmet Âkif, Yahyâ Kemâl, Ömer Seyfettin, Muhammed İkbâl, Alvarlı Efe, Necip Fâzıl, Ârif Nihat Asya, Nurettin Topçu, Nihâl Atsız, Kemâl Tâhir, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Mehmet Niyâzi Özdemir, Ali Ulvi Kurucu, Erol Güngör, Seyyid Ahmet Arvâsî, Cemil Meriç, Gâlip Erdem, Nevzat Kösoğlu, Abdurrahim Karakoç, Bahaeddin Karakoç, Hayati Vasfi Taşyürek, Dilâver Cebeci, Abdulhamid Süleyman Çolpan, Mağcan Cumabay, Şehriyar, Bahtiyar Vahapzâde beğendiğim ve ilhâm aldığım Türk-İslâm Dünyası’nın edip ve mütefekkirlerden bâzılarıdır. Ancak en fazla takdir ettiğim ve izinden gittiğim şâirler; Fuzûlî, Yahyâ Kemâl Beyatlı, Necip Fâzıl Kısakürek ve Abdurrahim Karakoç’tur.
- İlçemizi konu eden ya da müellifi ilçemiz nüfusuna kayıtlı olan ait yüzlerce eser mevcut. Bu sayı küçük bir ilçe için bir hayli fazla. Tabiri caizse taşı toprağı şair-yazar olan şirin ilçemizin bu edebi potansiyeli ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Sizin de ifâde ettiğiniz gibi bir ilçenin şâir ve yazarlarının külliyat oluşturacak kadar çok esere imzâ atmaları, önemli bir edebiyat potansiyelin çok âşikâr bir göstergesidir. “Taşı toprağı şâir-yazar olan” diye vasfettiğiniz Afşin’imizin, bu denli müstesnâ bir edebî iklime sâhip olmasının ve ilçemizde bu kadar çok şâir ve yazar yetişmesinin elbette ki tek bir sebebi ve tek bir cevabı olmasa gerekir… Bu potansiyelin sebebi; “Maraş’ın / Afşin’in / Elbistan’ın taşında toprağında “Y” (yazarlık) minerali, havasında suyunda “Ş” (şairlik) vitamini mevcuttur.” esprisinden çok daha öte îzâhlara muhtaç, daha ciddî ve husûsî bir takım faktörlerle açıklaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu topraklardaki müstesnâ bereketi îzâh edecek; tarihî sebepler, rûhânî hikmetler, irfânî değerler, medeniyetimizden, sözlü sohbet kültürümüzden ve kadim geleneklerimizden tevârüs ettiğimiz güzellikler gibi birçok faktörün vârolduğuna inanıyorum. Bu etkenleri kısaca açıklayalım:
Geçmişi milattan önceki Antik çağlara ve sonraki dönemlere dayanan çeşitli uygarlıklar Maraş / Afşin / Elbistan bölgesinde hükümrân olmuş; Asurlulardan Hititlere, Romalılardan Makedonlara, Bizanslılardan Selçukluya, Danişmentlerden Dulkadir Beyliği’ne, Osmanlılardan Millî Mücâdele’ye ve Cumhuriyetten günümüze bu medeniyetlerin kültür birikimleri insanımıza mîras kalmıştır. Eski ve yeni medeniyetlerin dînî, târihî, siyâsî, edebî ve irfânî kültürü millî hâfızamıza izler bırakmış ve o günden bu güne bu topraklara atılan tohumlar, asırlardır böylesi kadim medeniyet kültürleriyle beslenerek ulemâ, üdebâ ve şuarâ meyveleri vermiştir.
Bâzı memleketlerin rûhâniyeti vardır; o memleketin feyz ü bereketini oluşturan ve ona kimlik kazandıran en önemli faktör; bu topraklarda yaşayan ve medfun bulunan mübârek insanların rûhuyla ve varlığıyla buraları nurlandırması ve şeref bahşetmesidir. Eskiler bu sebeple; “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” demişlerdir. Afşin, “Ashâb-ı Kehf”in rûhaniyetini binlerce yıldır yüreğinde taşıdığı gibi, Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve Türkleşmesinde büyük katkıları olup gönül fethine çıkan alperenlerden, Hacı Bektâşı Velî’nin müritlerinden olan “Dede Baba” (Develi Baba) nâmındaki Allah Dostu bir gâzî dervişi de yüzyıllardır sînesinde saklamaktadır. Selçukludan günümüze bu mübârek zât medfun bulunduğu Dede Baba Türbesi’nden insanımızın kalbine, kelâmına ve kalemine nûrânî güzellikler saçmakta ve irfânî hikmetler bahşetmektedir. Afşin’in içtimâî hâfızasında, insanlarımızın ârifliğinde ve ediplerimizin bereketinde Ashâb-ı Kehf’in rûhâniyetinin ve Dede Baba’nın hikemî kutsiyetinin çok önemli katkılarının olduğu, kalem erbabına ilham verdiği, şâir ve yazarların kaleminden dökülen mısrâ ve cümlelerin gümrah akmasına vesîle olduğu ve eserlerimize mânevî tuğrasını vurduğuna inanmaktayız. Zâten bugün aziz ve asil bir millet, her türlü emperyalist saldırılara, küresel plânlara, Yahudi ve Nasrânilerin tezgâhlarına rağmen varlığını sürdürebiliyorsa, bu maddiyattan çok, mânevî güç ve irfânî değerlerimizden kaynaklanmaktadır. Bizim inancımıza göre, Allah(c.c)’ın rahmet ve nusretiyle, yerin altındakilerin rûhâniyetinin yanında, insanımızın; “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” ile hareket etmesi bizim mânevî ve maddî gücümüzü, kuvvetimizi ve ilhâmımızı ziyâdeleştirmektedir. Mâneviyat büyüklerimizin, evliyanın, irfân sâhibi âriflerin ve Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı mektep adamların nûrânî ışığıyla şekillenen bu toprağın şâir ve yazarları; edebi, edebiyat olarak kalemlerine yansıtmışlar ve şiirle şuurun, edebiyatla mâneviyâtın, milliyetle hissiyâtın terkibini yaparak gönülleri aşka getirmişlerdir.
Anadolu’nun en eski şehirlerinden / yerleşim yerlerinde birisi olan, bilinen tarihî seyri içerisinde birçok medeniyete beşiklik eden Maraş’ın /Afşin’in /Elbistan’ın ediplerinin şiire ve edebiyata düşkünlüğü ve yayınlanmış kitap zenginliği; asırlara dayanan farklı medeniyetlerin kültür birikimi ve yukarıda îzâha çalıştığımız diğer sebeplere ilâveten, yerel faktörlere de bağlıdır. Şimdilerde arık tarih olan, televizyon ve internet karşısında yenik düşen; ninelerimizin, dedelerimizin “kürsü” sohbetleri, evlerde ve köy odalarında okunan şiirler, menkîbeler, kahramanlık destanları, masallar, Hz. Ali Cenkleri, şiirler eşliğinde anlatılan Leylâ ile Mecnun, Yusuf İle Züleyha, Ferhat ile Şirin hikâyeleri hâlâ kulaklarımızdadır. Kezâ Birinci Cihan Harbi, Çanakkale Savaşı, Millî Mücâdele, Maraş’ın Kurtuluş hâtırâlarının canlı tasvirlerle dile getirilmesi, halk ozanlarının koşmalarının heyecan içinde okunması insanımızı edebiyata muhabbetli, şiire müheyyâ hâle getirmiş ve sözlü kültür insanlarımızın kalem erbâbı olmasına zemin hazırlarmıştır. Maraş ve ilçelerinde yüksek bir edebî kültürün oluşmasında okul yüzü görmemiş dedelerimizin ve ninelerimizin Yunus Emre’den ilâhîler, Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan şiirler okumaları, mübârek gecelerde ve özel günlerde Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nin tilâvet etmeleri, çocuklarını, torunlarını ilâhîlerle, mânilerle, ninnilerle uyutmaları, daha bebeklikten ve çocukluktan itibaren şiir zevkinin insanımızın zihnine ve gönlüne yerleşmesine vesîle olmuştur. Ancak Türk toplumundaki ve dolayısıyla bizim topraklarımızdaki kadim sözlü kültür geleneği, dijital dönüşümle birlikte ömrünü tamamlamış ve yazılı kültürün kıymeti ve genç dimağlara aktarılması için basılı ya da dijital eserler verilmesi çok daha önemli hâle gelmiştir.
Memleketimizin yetiştirdiği yazar ve şâirlerimiz, bizim beldelerimize rûh ve mâneviyat veren “Yedi Uyurlar” ve “Dede Baba”nın mânevî himmetinden ve irfânî güzelliklerinden müsreft oldukları gibi; medeniyetimizden, tarihimizden, millî ve mahallî kültürümüzden, sözlü sohbet geleneğimizden beslenerek eserlerini bereketlendirmişlerdir. Bölgemizdeki şâir ve yazarlarımızın fazla eser vermelerinin bir sebebi de bölgemizde yetişen, zihinlerde ve gönüllerde iz bırakan meşhur şâirlerimizden, nâsirlerimizden ve halk ozanlarımızdan ziyadesiyle beslenmeleridir. Bu söylediğimizi açıklayacak olursak bizim şâir ve yazarlarımız; Sünbülzâde Vehbî’den Hasan Nâdir Efendi’ye, Hamamcızâde Hâfız Marâşî’den Yarpuzlu Râif Baba’ya, Hâfız Ali Efendi’den Gaffar Baba’ya, Karacoğlan’dan Derdiçok’a, Ord. Prof. Mükremin Halil Yinanç’tan Prof. Dr. Derviş Karaboğa’ya, Necip Fâzıl’dan Ali Akbaş’a, Abdurrahim Karakoç’tan Hayati Vasfi Taşyürek’e, Bahaeddin Karakoç’tan Cahit Zarifoğlu’na, Âşık Mahrûmî’den Mahzûnî Şerif’e, Âşık Hacı Yener’den Ahmet Çıtak’a, Şevket Bulut’tan Vehbi Vakkasoğlu’na, …. hemşerisi olmakla müftehir olduğumuz meşhur şâirlerden, ilim adamlarındanı, ozanlardan ve yazarlardan feyz ve ilhâm alarak yeni yeni eserler vermişlerdir.
Bu konuda şunu da ifâde etmemiz gerekir ki, çok eski yıllardan beri Maraş’ta /Afşin’de / Elbistan’da; “Hamle, Edik, Edebiyat, Mâverâ, Alkış, Uzunoluk, Dolunay, İkindi Yazıları, Cemre, Şardağı, …” gibi uzun ve kısa soluklu pek çok edebiyat dergisi çıkmıştır. “Hür tefekkürün kalesi” olan bu dergiler aynı zamanda birer kültür ve edebiyat mektebi olmuş, bu dergilerin etrafında bir araya gelen genç kalemler, tecrübeli yazar ve şâirlerin sohbetlerinden, şiirlerinden, yazılarından feyz alarak pişmiş ve olgunlaşmıştır. Aynı zamanda dergiler edebî ve fikrî bakımdan birer ekol oluşturmuşlardır. Bizim şehrimizde şimdi de farklı isimlerle çıkan dergilerimizin hepsi, dün olduğu gibi bugün de genç şâir ve yazarları yetiştiren birer okul görevini deruhte etmekte, genç yazar ve şâirlerin yeni eserler vermesine müsait ortamlar oluşturdukları gibi, gençleri yönlendirmişler, iltifatlarıyla teşvik etmişler ve onlara şevk ve cesâret vermişlerdir.
Baştan beri îzaha çalıştığımız faktörlerin oluşturduğu yüzyılların birikimiyle meydana gelen edebiyat iklimi, mânevî, millî ve mahallî kültür potansiyeli, Yüce Rabbimizin üzerine yemîn ettiği “Kalem”in güzellikleriyle hemhâl olunca, Afşinli şâir ve yazarlar da birbirinden kıymetli pek çok esere imzâ atmışlardır. Erbâb-ı kalem hemşerilerimiz insanımıza verecekleri mesajları ve insanlığa söyleyecekleri sözleri eserleriyle ortaya koymaları ve ilçemiz ediplerinin, sayısı binin üzerine çıkan kitap yayımlamaları hepimiz için haklı bir gurur ve övünç kaynağı olmuştur.
- Kültürel çalışmalara kafa yoran bir fikir insanı olarak bu çalışmaların hem ilçemiz yerelinde hem de ülkemiz genelinde ilgi gördüğünüz düşünüyor musunuz? Size göre Türk Toplumu kültürel çalışmalarla ne kadar ilgili?
Kültürel değerler, milletleri birbirlerinden farklı kılan, onlara şahsiyet veren çok önemli kıymet hükümleridir. Bu sebeple kültürel değerler; ait olduğu milletin hayat tarzını, duygu ve düşünce sistemini, dünya görüşünü belirleyip, nesiller arasında bir köprü oluşturarak mâzîde hâlde ve gelecekte bütünlük sağlayan maddî ve mânevî değerler manzûmesinin tamamına verilen isimdir. İnanç, ahlâk nizâmı, tarih şuuru, töre ve millî mefkûre kültürün mânevî unsurları; millî dehânın tabiatı yoğurarak oluşturduğu mîmârî, güzel sanatlar, geliştirilen ve kullanılan eşyalar, üretim tarzı vs de kültürün maddî yapılarıdır. Dil ise, millî kültürün hem maddî kabı, hem mânevî kalıbı, hem anlam ve kavram haritası, hem de şifresidir. Mânevî değerler millî kültürün rûhunu; maddî yapılar ise bu kültürün gövdesini meydana getirir. Maddî ve mânevî unsurlarıyla bir bütünlük oluşturan millî kültür hazînesi, milletlerin vârolabilmeleri için gerekli olan bir hayat iksiridir. Bir insan için kimlik, kişilik ve şahsiyet ne ise; bir toplum için millî kültür ve millî kimlik de odur. Millî kültür; kültür emperyalizminin her geçen gün artan millî ve mânevî değerlerimize yönelik saldırıları ve küresel güçlerin Müslüman Türk kimliğini asimile etme faaliyetleri karşısında insanımız için çelik bir zırh ve millî koruma kalkanı olduğu gibi, milletimiz için de yıkılmaz ve geçilmez bir kaledir.
Millî kültür bu denli önemli olmasına rağmen üzüntüyle ifâde ediyorum ki, kültürel çalışmalar ve millî kültür konusunda yapılması gereken faaliyetler devlet tarafından gerektiği gibi yapılmamakta, ortaya konulan çalışmalar yeterince desteklenmemekte, toplum tarafından önemi idrâk edilerek bu konudaki çalışmalara gerekli ilgi gösterilmemekte, millî kültürün önemini idrak edip Türk milletinin “bekâ” meselesi olarak gören çok az sayıdaki sivil toplum kuruluşunun dışındaki STK’lar tarafından hiçbir çalışma yapılmadığı gibi, bu konudaki faaliyetlere de ket vurulmak istenmektedir.
Devletimiz tarafından “kültür” gibi çok önemli bir konu “turizm” ile bir araya getirilerek, “Kültür ve Turizm Bakanlığı” bünyesinde teşkilatlanmakta ve bu bakanlığın yaptığı çalışmaların ağırlık merkeziyse “millî kültür” boyutlu değil, ne hazindir ki “turizm kültürü”ne matuf olarak yürütülmektedir. Devletimizin âcilen bu yanlıştan dönmeli ve millîliği, “Millî Piyango” gibi isminde bile zıtlıklar bulunan bir kurum değil, yaptığı icraatlarla millî olan ve ismiyle müsemma faaliyetlerde bulunan “Millî Kültür Bakanlığı” olarak değiştirilmeli, görev ve yetkileri teşkilat kanununda Müslüman Türk kültürünü ve kimliğini yaşamak ve yaşatmak olarak çok net bir biçimde ifâde edilmelidir.
Vahiy Medeniyeti’nin evlatları olarak, ilk emri “Oku!” olan bir dînin müntesipleri olmamıza rağmen ne yazık ki az okuyor, çok konuşuyor, çok az tefekkür ediyoruz ve çokça boşa vakit harcıyoruz. “Cehlin bu mertebesine ancak okumakla varılır” sözünün derûnunu idrâk edemeyip, dış çizgilerinde gezindiğimiz için olsa gerek okumuyor, mâlumat sâhibi olmadan kanaat sahibi oluyor ve bildiğimiz, bilmediğimiz her konuda fikir serdediyor ve câhil cesaretiyle hüküm veriyoruz. Vâ esefâ…
Yazılan kitapların belli birkaç yazarın dışında basım sayısı1000’i geçmiyor, ikinci, üçüncü baskıları yapılmıyor, dolayısıyla ciddî fikir kitapları ve ilmî eserler okunmuyor ve her geçen gün kitap okuma oranları düşüyor, millî kültür faaliyetleri azalıyor popüler kültüre yönelim artarken, bizi medeniyetimizden, millî kültürümüzden ve Müslüman Türk kimliğimizden uzaklaştırmak için durmadan çalışan küresel güçler karşısında, tâbir câizse milletimizin “immun savunma gücü” olan mânevî değerlerimiz ve millî kültürümüz devamlı kan kaybediyor…
Hâl böyle olunca bizler; turistik gezilere, yurt dışı seyahatlerine, Bodrum, Marmaris, Datça tatillerine harcadığımız paranın zekât miktarı kadarını, kitap almaya ve millî kültür faaliyetlerine destek olmaya ayır/a/mıyorsak; kitap okuyanlarımız dizi izleyenlerin ya da survivor seyredenlerin sayısının onda birini bulmuyorsa; cep telefonunun, tabletin, internetin başında ya da sosyal medyada geçirdiğimiz zamanın beşte biri kadar tefekkür etmiyorsak vay hâlimize… Bizler Tekvîn Sûresi’nin 26. Âyet-i Celîlesinde ifâde buyurulan; “Fe eyne teżhebûn.” (Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?) sorusunu sık sık kendimize sormamız gerekirken sormuyorsak, istikbâlden nasıl ümitvâr olabiliriz? İşte o zaman Kemânî Serkis Efendi’nin;
“Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime,
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime,
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime.”
diyen nihavent şarkısını daha uzun yıllar dilimizden düşürmez ya da Ziyâ Paşa’nın “Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde” mısraını vird-i zeban eyleriz…
- Genellikle tıp eğitimi alan insanlarımızın sosyal ilimler ile ilgilenecek vakit bulmaları gerçekten çok zor. Sizin bir tıp doktoru olarak mesleğinizin dışında sosyal konularda ciddi eserler meydana getirebilmenizin sırrı nedir Hocam?
“Hekim” Arapça bir kelime olup, “hâkim”le ve “hikmet”le aynı kökten gelmekte olup; “bilge, filozof, hüküm veren, ilm-i hikmetle de muttasıf olan ve mevcûdâtın hakikatine vâkıf olmaya çalışan” anlamlarını ihtivâ etmektedir, Bu îtibarla hekimlerin doktorluk mesleği yanında hikemî bir yönünün de olması gerekir. Zâten eski hekimler zamanlarını iyi plânlarlar, vaktini beyhude işlere harcamazlar ve doktorluk mesleğinin yanında, genellikle bir de iştigal sahâları bulunur; şiirle, edebiyatla, güzel sanatlarla, mûsikîyle, resimle, hatla, tezhible meşgul olurlardı. Böylece çok zor ve yorucu olan mesleklerinin dışındaki bir alanla uğraşırken dinlenirler ve yorgunluklarını atarlardı. O kadim hekimler hastayı “hazret-i insan” görürler ve karşısındaki hastalara irfan ve hikmet nazarıyla bakarlar ve;
“Ey tabib elden gelirse yâremi gel emleme
Yâr elinden gelmedir bu yâreyi merhemleme”
diyenlerin de gönül yaralarına çâre bulurlardı…
Artık günümüzde çoğunlukla hekim değil doktor yetiştiği ve hikmet yönünden ziyâde teknik yönü istikametinde eğitildikleri için, yukarda söylediğim ifâdeler artık yavaş yavaş tedavülden kalkmaya başlasa da, sâdece doktorluk değil hekimlik de yapanlar, mesleğinin yanında tabiplik dışı bir iştigalle uğraşanlar da mevcuttur. Bir de; “Tıbbiyeden her şey çıkar, ara sıra doktor çıkar” diye sık kullanılan meşhur bir latîfe de vardır. “Her şey çıkar” tâfesine girmemiz sebebiyle olsa gerek, tabipliğin yanında sosyal mevzûlarda, özellikle de “din, dil, edebiyat ve tarih” konularında çalışmalar yapıyorum. Şu ana kadar ikisi tıbbî konuda, üçü şiir kitabı olmak üzere 16 eserim yayımlandı. Zamanınızı iyi plânlarsanız, mesleğinizin dışındaki iştigal sahâsında dinlenerek yorgunluğunu atarsanız ve bir münevver olarak sadece kendinize ve hastalarınıza değil, inancınıza, vatanınıza, milletinize, İslâm Âlemi’ne ve insanlığa da hizmetle yükümlü olduğunuza müdrikseniz sosyal konulara eğilmekle de mükellefsiniz. Zâten bir Müslüman olarak Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın buyurduğu; “Hayru’n-nâs men yenfeu’n-nâs” (İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.) Nebevî ölçüsünü de şiâr edinmemiz gerekir.
- “Gittikçe Artan Yanlızlığımız” isimli eserinizde biyografilerini işlediğiniz ve yakın dönem Türk tarihi açısından kültürel ya da siyasi ehemmiyeti olan on mühim karakter adamını ne gibi saiklerden ötürü mezkûr eserinizde konu edindiniz Hocam?
‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’ adlı eserimizde; isimleri farklı olsa da; istikametleri, hassâsiyetleri, mefkûreleri, duygu ve düşünceleri birbirine benzeyen, sahsî ikbâl peşinde koşmadan, sâdece kalbî mesûliyet duygusu ve “Hubbü’l vatân mine’l-îman” (Vatan sevgisi îmandandır.) inancıyla “Dîn ü devlet, mülk ü millet” için bir ömür vakfeden hem alp, hem de gönül insanı; hem kalem, hem de kelâm erbâbı; hem mütefekkir, hem de mücâdele adamı olan güzel insanlar anlatılarak gençlerimize “rol model” olarak gösterilmiştir. Çünkü onlar; yaşatmayı yaşamaya tercih eden, her türlü zulme, zorluğa, çileye, işkenceye, adâletsiz mahkemelere, sık sık “savcının otelinde” mecbûrî ikamete tâbî tutulmalarına rağmen fikirlerinden ve ideâllerinden aslâ tâviz vermeyen, en karanlık şeflik dönemlerinde, kara eylüllerde, yirmi dokuz çekmeyen şubatlarda bile yiğitçe kıyâm eden, en ufak bir recüliyet eksikliği göstermeyen, Müslüman Türk kimliğini ve Türk’ün İslâm Ülküsü’nü savunarak gönüllerde taht kuran, ‘Kıble yürekli, ‘Gül’ gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza duruşlu, turkuaz düşünceli” güzel insanlardır.
Ortak paydaları çok fazla olan bu güzel insanlar; İslâm Medeniyetinin billur pınarlarından beslenmiş, Türk kültürünün tefekkür burçlarında üslenmiş, mâneviyat, edebiyat ve sanat hisarlarına yaslanmış, sâdece bugünlere değil yarınlara da seslenmişlerdir. Onlar; destan kadar güzel, şiir kadar çarpıcı hayatlarıyla gelecek nesiller için numûne-i imtisâl olan âbide şahsiyetlerdir.
Bu güzel insanlar; kâl ile hâli, gönül ile kalemi, fikir ile kelâmı, îman ile aksiyonu, yürek ile misyonu, fikir ile vizyonu, madde ile mânâyı, akıl ile dâvâyı, fıtrat ile sevdâyı harmanlamış; şartlara teslim olmamış, şartları teslim almış olan ideâlizmin son efsâneleridir.
Bu güzel insanlar; dînî, millî ve insânî değerlerimizi tepeden tırnağa yaşayan ve yaşatan, mübârek ecdâdımızdan tevârüs ettikleri asâletin, emdiği sütün, içtiği suyun, astığı bayrağın, bastığı toprağın hakkını vermiş olan, hem şahsî hâfızamızda, hem de tanıma şerefine erişenlerin gönül dünyasında derin izler bırakan “mektep adamlar”dır.
“Güzel atlara binip giden bu güzel insanlar”; Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır; millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımamış, maddenin aldatıcı câzibesine kapılmamış, “Kendilerine mezar hazırlamamış, kendilerini mezara hazırlamış” ve yaşamayı değil, yaşatmayı gâye edindikleri için hep gönüllerde yaşamış “mânevî ve millî mürşit”lerdir. Rahmetli Âmil Çelebioğlu da bu güzel insanların gidişini şu beyitlerle anlatmaktadır:
“Gitti ey dil, kimi sevdik ise cânân diyerek,
Etmedik gerçi şikâyet yüce fermân diyerek.
İçimiz ağlasa da kan elimizden ne gelir
Mest ü nâlân döneriz bir nice meydân diyerek”
Ve ne yazık ki, “kadri seng-i musallâda bilinen”, yanı başımızdayken değerlerinin farkına varıl/a/mayan bu müstesnâ insanların ne kadar kıymetli olduklarını, ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyoruz. İçimizi yakan, hüznümüzü ve ‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’ı kerrâten arttıran asıl büyük üzüntümüz ise; “Kevser akan ‘Gül’ kokan” bu güzel insanların yerlerinin boş kalması ve ne yazık ki gidenlerin yerine yenilerini ikâme etme noktasında yeterli tâkatimizin olmamasıdır…
‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’; fakirin hayâtında, fikir, irfan ve gönül dünyasında derin izler bırakan, şahsî ve fikrî tekâmülünde, İslâm parantezindeki Türk milliyetçiliği ülküsünün bayraklaştırılmasında, mücâdele azminin gelişmesinde, kaleminin olgunlaşmasında çok önemli katkıları yapan, tanıma şerefine erip rahle-i tedrisinden geçtiğim; “Celâl Güneş’in, Şeyhzâde Ahmet Efendi Hazretleri’nin, Dündar Taşer’in, Necip Fâzıl Kısakürek’in, Osman Yüksel Serdengeçti’nin, Seyyid Ahmet Arvâsî’nin, Galip Erdem’in, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve Nevzat Kösoğlu”nun hayatından, şahsiyetinden, fikrî ve edebî özelliklerinden ve eserlerinden kesitler verilmesinin yanında, bu güzel insanlar hakkındaki düşüncelerim, değerlendirmelerim ve yorumlarım da yer almaktadır.
‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’ kitabının yayımlanmasında en önemli sebep; genç nesillerin ‘yürekleri rozetlerinden büyük olan’ bu güzel insanları tanıması, onların ibret dolu hayatlarını, uçsuz-bucaksız gönül dünyalarını, engin fikirlerini, şiirlerini ve nesirlerini, destansı mücâdelelerini, sınırlar ötesi hayâllerini ve millet-ümmet-beşeriyet merkezli ideâllerini rehber edinmesi düşüncesidir. Ayrıca bu eser, İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl’in; “Semere-i hayat hayırla yâd edilmektir.” sözünden mülhem bu güzel insanları hayırla yâd edip, ruhlarına birer Fâtiha gönderilmesine vesîle olmayı da amaçlamıştır. Dünya zahmetinden Hakk’ın rahmetine hicret eden cümle güzel insanlara Yüce Rabbimiz kandım diyene kadar rahmet ve mağfiret eylesin.
- Yeni filizlenip yeşerecek şair, yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur Hocam? Özellikle gençlerimiz bu hususta ne yapmalılar?
Bir kimsenin yaratılışınızda şairlik ve yazarlık fıtratı varsa, bu vehbî kabiliyet; okudukça, Türkçeye hâkimiyeti ve dili kullanma mahâreti geliştikçe, edebî kültür birikimi arttıkça elindeki kalem mutlaka tomurcuk tutacak, rengârenk şiir ve nesir gülleri zaman içinde goncaya duracaktır. Bu sebeple fıtrî yatkınlığı olan şâir ve yazar adayı gençlerimizin kalem erbâbı olmasının temel şartı; çok okuması, Türkçe’nin hangi özellik ve güzellikte kullanıldığına vukûfiyet kesbetmesi, kelime haznesini genişletmesi, şiir ve nesir geleneğimiz hakkında bilgi sâhibi olmasıdır.
Bu sebeple şâir ve yazar olmayı düşünen kişiler; belli bir disiplin içinde ve seçiciliğe dikkat ederek hem Türk, hem de dünya klasiklerini, edebî değeri yüksek olan eserleri okuyarak bu konudaki müktesebâtını geliştirmelidir. Çünkü okumadan yazar olunmaz. . Kalem erbâbı olmak, pekmez küpüne benzer, küpün dolmadan taşması mümkün değildir. Okumak; bilmek ve olmak mertebelerine ermek için dolmak demektir. Aynı zamanda okumak fikirden esere geçme sürecinizi hızlandırır. Bu sebeple yazar ve şâir olmanın temeli yazmaktan ziyâde çok okumaktır Siz çok okursanız ve sizde ediplik istidâdı varsa belli bir zaman sonra mutlaka yazmaya başlarsınız. Bu konuda Stephen King da; “Eğer okumaya zamanınız yoksa yazmaya da zamanınız yoktur.” demektedir.
Şâir ve yazar olmaya çalışan gençlerimiz; çok okumanın yanında dile hâkimiyetin alt yapısını kuvvetlendirmek için Türkçenin; cümle yapısını, anlatım özelliklerini ve inceliklerini çok iyi öğrenilmeli, kendine has bir üslup oluşturmaya çalışmalı, kelime haznesini zenginleştirmeli, dilbilgisi kâidelerini ve imlâ kurallarını bilmeli, kelimeleri yerli yerinde ve yanlışsız kullanmanın teknik bilgilerine de muttalî olmalıdır.
Fıtrî yatkınlığa ve Allah (c.c.) vergisi yeteneğe sâhip olup, iyi birer şâir ve yazar olmaya çalışan gençlerimiz; daha önce söylediklerimize ek olarak; Hz. Âdem(a.s.)’den günümüze insanlığın serüvenini temel çizgileriyle öğrenmeli, milletimizin dînî, millî, târihî mefkûresini, Uluğ Türkistan’dan yola çıkıp Mekke’nin Tevhîd nurunda yıkandıktan sonra Anadolu’yu Kızl Elma olarak hedeflemelerinin maksad-ı mahsûsasını, hangi kültür ve medeniyet dâirelerinden geçerek bugünlere geldiğimizi, bu toprakların gelenek ve göreneklerini, düşünce ve duygu dünyasını, irfânî güzelliklerini ve Türk’ün seciye, asâlet ve fazîlet gibi müstesnâ özelliklerine de okuyarak, araştırarak, emek vererek ve tefekkür ederek vâkıf olmalıdır. Bu konuda şunu da ifâde etmek isterim ki; inci aramak isteyenler; üç beş cümleyle târif edilen sığ sulara değil, kelimelerin anlatmaya muktedir olamadığı okyanusların mavi derinliklerine dalmalıdır…
Yukarıda ifâde etmeye çalıştığım özelliklere sâhipseniz bir disiplin içinde devamlı yazmalı, şiir, deneme, hikâye, anı, roman vs kaleme almalısınız. Aklınıza estikçe değil, düzenli olarak ve ara vermeden yazmaya devam etmelisiniz. Düzenli olarak yazmaya başlayınca, bir süre sonra yazmanın zevkinin ve güzelliğinin farkına varacaksınız. Zaman gelecek, kendinizin geliştiğini görecek, bir iki yıl önceki yazdıklarınızı beğenmemeye başlayacaksınız. Bu da sizdeki tekâmülün açık bir göstergesi olacaktır. Bu sebeple şâir ve yazar olmaya isteyen gençlerimiz; kalemi elden bırakmamalı, uykusuz gecelerine kâğıdı ve kalemi yoldaş edinmelidir. Hiç unutmamak gerekir ki; yazmaya ara veren kalem, zaman içinde mutlaka az ya da çok körelir.
Şunu da bilmek gerekir ki, yazar ve şâir olmak, belirli bir bölümü okumak şartına bağlı değildir. Yazarlık ve şairlik serbest meslektir. İstidâdı olan, Türkçeye hâkimiyetine, bilgi birikimine, edebî müktesebatına, hayâl dünyasının genişliğine, kurgu kabiliyetine güvenen ve “hayat okulu”nu bitiren herkes şâir ve yazar olabilir. Gönül, zihin ve alın teriyle duygu ve düşüncelerini yoğurmak, içindeki şâir ve yazar cevherini işlemek ve çok gayret göstererek gitgide bu cevheri mücevher hâline getirmeye çalışmak esastır. Namık Kemâl; “Edebiyat okuyanın edebiyat yapması, edebiyat yapanın da edebiyat okuması lâzım gelmez.” demektedir. Yâni Edebiyat Fakültesi’ni bitirdiğinizde ille de şâir ve yazar olmuyorsunuz, olmak da gerekmiyor…
- Son olarak şu an çıkarmayı düşündüğünüz bir eseriniz var mıdır? Okuyucularınıza Yarpuz sayfalarından bir müjde verecek misiniz?
Allah (c.c.) sağlık verirse, 17. kitabım olarak “Hazret-i İnsan”ı yazmaya çalışacağım. Şeyh Gâlip; o ünlü beyitinde Âdemoğlu’nu;
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen;
Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
diye târif ederken insanı, âlemin özü ve varlığın gözbebeği diye vasıflandırmıştır. İslâm inancına göre insan; “ahsen-i takvim üzre” (en güzel biçimde) yaratılmış, “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en şereflisi), “ekmel-i mevcûdât” (varlıkların en mükemmeli) olarak halk edilmiş, emrine kâinat musahhar kılınmış ve “Allah’ın halîfesi” olarak yeryüzüne gönderilmiştir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Müslüman bir hekim olarak ilmî ve tıbbî açıdan olduğu kadar, mânevî açıdan ve Kur’ân perspektifinden de insanı çok boyutlu olarak ve tafsilatlı bir biçimde yazmaya gayret edeceğim inşaAllah… İsmi “Hoşça bak zatına” Ey Hazret-i İnsan” olan ve 60 sayfalık giriş kısmını kaleme aldığım, sağlığım el verirse iki üç yılda tamamlayabileceğimi tahmin ettiğim bu ilmî çalışma çok tafsilâtlı bir eser olacak ve Cenâb-ı Hakk ömür verirse belki de “Mukaddes Yolculuk Mekke-i Mükerreme” ve “Gül Aşkın Mihrâbıdır” kitaplarım gibi iki cilt olarak yayımlanacaktır. Gayret bizden, nusret Allah(c.c.)’tandır.
Ve sözün bittiği yerde İlâhî kelâm başlar…
Hûd Sûresi’nin 88. âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurulmaktadır: “Ve mâ tevfîkî illâ billâhi aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb” (Muvaffakıyetim ancak Allah’ın yardımıyla olacaktır. Ben sâdece O’na tevekkül ettim ve sâdece O’na yöneliyorum.)
- Yarpuz ailesi olarak bizi kırmadığınız için teşekkürü borç bilir, Cenab-ı Mevla’dan size ve ailenize sürurla ve sağlıklı geçecek bir ömür niyaz ederiz.
Ben de size ve Yarpuz yazı ailesine teşekkür ediyor, Yarpuz Dergisi’ne uzun soluklu bir ömür diliyor ve cümlemizi Rahmân ve Rahîm olan Kalbimizin Sâhibi’ne emânet ediyorum.
NOT : Yarpuz ailesi olarak Hocamızın geçirdiği bir sağlık operasyonundan ötürü kendisine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
*
Yazarımızı bu güzel bilgilendirmesi için tebrik ediyor, yazara bu güzel soruları yöneten ve röportaj yapan kardeşimize de ayrıca teşekkür ediyorum. Bu arada kadim dostum, Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nden arkadaşım Bünyamin AKKOÇ’u da bu röportajı bana watshapp üzerinden gönderdiği için memnuniyetimi ifade ediyorum.