-AKİF NECİPSOY
*
1909 yılında Erzurumlu bir baba ile eski adıyla Eğin şimdiki ismiyle Kemaliyeli bir anneden İstanbul’da dünyaya gelen Nurettin Topçu, ismi anılınca akla ilk gelen Felsefe öğretmeni kimliğinin yanı sıra, ahlak, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi ve estetik gibi alanlarda da eğitim almış, hem geleneksel değerleri hem de batılı değerleri tanıyarak fikir örgüsünde mükemmel bir ölçekte sentezleyip edebiyat dünyasına birçok mükemmel eserler sunmuş kalbur üstü bir düşünür, yazar ve hareket insanı olarak tarihteki ışıltılı yerini hak ederek almıştır.
Merhum Topçu, 1928-1934 yılları arasında dönemin entelektüel cazibe merkezi Fransa’da bulunmuş, lise tamamlama, lisans eğitimi ve doktora çalışmasını bu ülkede yapmıştır. Sorbonne’de felsefe alanında doktora yapan ilk Türk öğrencisi olan Nurettin Topçu’nun doktora çalışması, İsyan Ahlâkı ismiyle dilimize çevrilmiş olan Conformisme et Revolte’dur. Felsefenin yanında yukarıda belirtilen diğer alanlardaki derslerini de Sorbonne şehrinde almış, burada tanışma fırsatı bulduğu Louis Massignon ve Hareket Felsefesinin kurucusu Maurice Blondel, Topçu’nun fikir dünyasına kuvvetle tesir etmişlerdir. Öyle ki, 1939 yılında çıkarmaya başladığı ve kendi alanında bir ekol oluşturma başarısına ulaşmış Hareket adlı derginin bu tesirin bir yansımasıdır denilse yanlış olmaz sanırım. Yazar, anılan Hareket Felsefesinin ilkelerini kendi kültürümüz açısından irdeleyerek sosyal ve ahlaki sorunlarımıza farklı bir perspektif kazandırmıştır.
Nurettin Topçu 1934 yılında ülkemize döndükten sonra Galatasaray Lisesi’nde başladığı Felsefe öğretmenliği hayatına 1974 yılında emekli oluncaya kadar çeşitli liselerde olmak üzere devam etmiş, bu arada “Sezginin Değeri: Bergson” adlı çalışmasıyla doçent unvanını da hak etmesine ve iki yıl eylemsiz doçent olarak İstanbul Üniversitesinde çalışmasına rağmen, resmi olarak üniversitede kendisine doçentlik unvanı verilmemiştir. Nihayet 1975 yılında 66 yaşında iken dâr-ı bekaya irtihal eden Nurettin Topçu’nun mezarı İstanbul’da Kozlu Kabristanında bulunmaktadır.
Yazar’ın bu yazıda inceleyeceğimiz eseri, ilk baskısı vefatından 14 yıl kadar sonra Haziran 1999 da yayınlanan, elimizdeki 4.baskısı ise Ekim 2016 tarihinde Dergâh Yayınlarından çıkan Reha isimli sıra dışı bir aşk romanıdır. Merhum Topçu’nun, bu eseri yazdığını fakat sağlığında iken bu romanı bastırmak istemediğini, vefatından sonra ise basılabileceğini mütebessim ve mütereddit ifadelerle yakın talebelerine söylediği, eserin sunuş kısmında verilen bir anekdot olarak karşımıza çıkmakta.
Eserle ilgili en çarpıcı özelliklerden biri, her bir bölümü arasında yaklaşık 6 yıllık bir süre bulunan iki bölüm halinde yazılması, ilk bölümün yazıldığı tarihte yazarın 17 yaşında olmasıdır denilebilir.
Eserin Kahramanı ve anlatıcısı Niyazi isminde bir gençtir. Küçük yaşlarda ablasıyla birlikte öksüz ve yetim kalmalarının ardından 1,5 yıl kadar teyzeleri tarafından bakılıp gözetilmişler, ablası evlenince onunla beraber buradan ayrılmışlardır. Teyzesinin Naci isminde bir tek o da üvey olan evladı vardır. Niyazi; çocuk denecek yaşta ve henüz aşk kıvılcımları ile yeni tanışmaya başladığı günlerde, bu tılsımlı hissi evvela varlıklı bir ailenin Sekine adlı kızına karşı hissetmiş, bir süre hatırı sayılır seviyelerde bu aşkını kendi içinde yaşadıktan sonra, kız tarafından onur kırıcı bir tarzda reddedilmesinin ardından, kıza duyduğu öfkeye kapılıp, fakirliğin, kimsesizliğin karakterine serdiği içine kapanmışlık ve ezilmişlik duygularıyla bir gün, kendisini sığıntı gibi hissetmeye başladığı ablasının evinden orduya katılmak üzere haber vermeden kaçmıştır. Yıllar yılı Sekine için duygularını-duyduklarını biriktirdiği defterini, giderken yolda konakladığı bir handa, son sayfasına şunları yazarak kendisi gibi buradan geçecek vatan çocukları okusun diye bırakmıştır: “Buradan geçen vatanın çocukları zaafı, aczi ve ümitsizliği burada bırakacak. Ötede vatanın havası, hayatı ve saadeti yaşıyor. Buradan ötede gözyaşı ve hülya yerine isyan, ateş ve umut var”.
Niyazi birkaç yıllık bu maceranın sonunda kazanılan Anadolu zaferinden sonra ablasının yanına döner. Romanın hikâyesi de zaten burada, ablasının Niyazi’yi karşılamasıyla başlar. Ablası Niyazi’ye yokluğunda olan mühim hadiseleri günlere yayarak anlatır. Sekine’nin evlendiği de bu haberlerdendir. Niyazi çocuksu hislerle hatırladığı bu aşkından dolayı, ablasının bu haberinden pek etkilenmez. Diğer bir haber ise, Teyzesinin haylazlıklarıyla meşhur üvey oğlu Naci’nin uslanmaz tavır ve hayat tarzını dizginlemek maksadıyla evlendirilmesi olayıdır. Naci, kumar vb kötü alışkınlıkların esaretinden bir türlü kurtulamamış, nihayet belki evlenip çoluk çocuk sahibi olursa ıslah olur düşüncesiyle evlendirilmiştir. Lâkin bu evlilik de onu yola getirmeye yetmemiş, bu yüzden evlendiği eşi de çile ve sabır imtihanlarıyla dolu bir hayatın içine çekilmiştir. Ablası ve eniştesi, Naci’nin savruk yaşamından serzenerek, “yavrucak kıyılacak şey değil” gibi sözlerle gelinin güzelliği ve terbiyesinden dem vururlarken, Niyazi’ye fotoğrafını da gösterirler. O anı Niyazi’inin dilinden aynen aktaralım: “Fakat ben bu yüze bakamadım; umutsuz bir minnetin meyus kanaatiyle gözlerime uzanan bu muzdarip gözlere bakmak için kalbimdeki aklî kuvvet bana yetmiyordu.”
İşte Niyazi’nin bakamadığı o fotoğraftaki kadın, Naci’nin çilekeş eşi, Naci’nin aksine bir o kadar olgun, dingin, sabırlı, güzel ve terbiyeli Reha’dır. Altın kalpli kayınvalide olan Niyazi’nin teyzesi de bu evlilikten dolayı Reha’ya acımakta, içten içe bir vicdan azabının pençesine düşmektedir. Niyazi, ilerleyen zamanlarda ablasıyla bir süre teyzesinin daveti üzerine İstanbul’a gidecek, orada ölü doğan ümitsiz aşkı Reha ile yüzleşecek, kaldıkları süre zarfında Naci de psikolojik tedavi için hastaneye yatırılmış olacaktır. Önceleri bütün olumsuzluklara rağmen son derece hayat dolu, neşeli tavırlarıyla adeta Niyazi’ye esrarengiz nefesler bağışlayan Reha, Naci’nin tedavi sürecinde tam tersi bir ruh haline bürünecek, geceleri uzun saatler boyu bazen abla, Niyazi ve Reha, bazen Reha ile Niyazi sükutun ağır bastığı sohbetlerle ortamın olumsuz havasını birlikte teneffüs edip dağıtmaya çalışacaklardır. Niyazi bu süre içerisinde kalben Reha’ya iyice yaklaşacak, öte yandan Reha’nın da Niyazi’ye asla sezdirmemeye çalışarak bir yakınlık kesbettiği okuyucu tarafından hissedilecektir. Fakat Naci’nin sıhhat bularak eve dönmesiyle, Niyazi’nin içine düştüğü ateş denizinde mumdan bir sandalla seyahati son bulacaktır. Sonrasında vefat eden teyzesinin Reha’ya söylediği vasiyetine rağmen, sanki bu halini fark eden Reha tarafından ablası aracılığıyla Reha’nın kız kardeşi Pakize ile evlenmesi teklifi Niyazi için bardağı taşıran son damla olacak ve nihayet gönül dünyasında yaşadığı bu çalkantılarla, bir gün zehir zemberek bir mektup bırakarak yine evden sessiz sedasız ayrılacaktır. Böylelikle sadece fotoğrafına bakarak ve ilk görüşte düştüğü bu vakitsiz, davetsiz ve de ümitsiz aşkını hiçbir zaman gün yüzüne çıkaramayacak, yalnızca bu son mektubunda buna dair ipuçları verecektir.
Roman, hikâyesinden çok, anlatıcı kahramanın yaşadığı ruh hallerinin ve de gözlemlediği çevrenin müthiş tasvir ve anlatımlarıyla daha çok ön plana çıkıyor. O kadar ki okuyucuyu adeta kitabın içine çekiyor, tasvir edilen yerleri, kişileri görülebilecek ve dokunulabilecek somutluğa eriştiriyor. Hele ki bu anlatımın ilk bölümünün henüz 17 yaşında iken yazıldığını düşünmek yazara olan hayranlığınızı artırıyor. Öte yandan başından sonuna kadar okuyucuyu esrarengizliğin doyumsuz lezzeti ile baş başa bırakıyor. O anlatım kuvveti ve zenginliğinin içinden çıkmak istemeyeceğinizi düşünerek merhum Nurettin Topçu’nun bu eserinin okuyucusuna, özellikle de eli kalem tutan okuyucusuna çok şey katacağına olan sağlam inancımla bu kitabın okunmasını şiddetle önererek ve kitaptan çarpıcı bazı tasvirleri aşağıya alarak yazıyı noktalayayım:
“Yağmurun camları kamçıladığı uzun gecelerde, gözlerde beyaz bir ölüm ümidi gibi uzanan, ruhlara sessizliğin sızlatan kasvetini, kalbe gizli bir ümitsizliğin ürpertici endişesini veren kış akşamlarında düşünülecek, erişilecek hedef bulamayan öksüz benliğimi karanlık içinde dinliyordum.”(s.16)
“Sönük, ihtiyar gözler gibi yanlarına kederin ağ kurduğu ağır gözlerim beni bu kurtuluşa inandırmadılar.”(s.17)
“Bu pencerelerden her akşam görülen karşı tepeler bu akşam durgunluğu içinde dolu ve gergin bir ızdırapla kabaran göğüslerini göklere kadar yükseltmek istiyor gibi duruyorlardı.”(s.22)
“Yalnızlık… Evet beni her akşam karanlığında, her karanlık kış gecesinde yakalayan acaip ve muammalı dev…Onun tırnaklarının kalbimi böyle didik didik etmesinden artık marazî bir zevk duyuyorum.”(s.23)
“Karanlık, tâ yakınımdaki yüzünü benden saklıyordu.”(s.27)
“İnsanlardan uzanan bütün ellere ebedi tahammüle karar vermiş gözlerini kapayarak felaketini içine sindiren sevgili Reha!..”(s.28)
“Mesut olabiliyorsun Reha…İnce billurlar gibi dağılarak kırılan gülüşmelerin beni ne kadar sevindiriyordu.”(s.32)
“Bütün gün bitkin, iniltili bir yorgunlukla yağan yağmurlardan sonra bulutlar gizli ve yarı karanlık bir kaçışla ufka, suların kenarına doğru akıyorlardı. Orada, akşamları güneşin battığı yerde sakin ve yorgun, üst üste yığıldılar.”(s.104)
“Bu ızdırabın feryadını namütenahi mesafelerden ezelden beri bu ruha gönderen sendin.”(s.126)
“Âh, yine yalnızsın işte, zavallı çocuk! Gözlerinde dinmek bilmeyen sıcak yaşlara bak! Ağlıyorsun! Affet, affet Reha! Ben ne yaptığımı bilmiyorum.”(s.149)
Sayısız çoğaltılabilecek bu örneklerle, eserin tılsımını yaralamayacak şekilde okuyucuya bir takım işaretler sunmak istedik. Keyifli okumalar diliyorum..
*
NOT: Biyografi konusunda yararlanılan kaynak: Arafta Bir Düşünür/Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN, Altınordu Yayınları, 2018 1.Baskı