*Alper Saatçi
*
İsmail’di bu. Kırşehir’in bir köyündendi; ama ak köyünden mi kara köyünden mi bilinmezdi. Anasının adını Hatçe’ydi ama onun adını bilen yoktu. İsmail bebeyken evde anasının sözü de hiç geçmezdi.
Babası pek iş yapmaz, kaynatasının parasıyla geçinirdi. Ayyaşın tekiydi. Dedesi ise köyün varlıklı ailelerindendi. 15 dönüm tarlası, biraz davarı bir de traktörü vardı.
İlkokulun ilk iki sınıfını okumuştu. Sonra öğretmeni dedesine İsmail’in saf olduğunu, okutmalarına lüzum olmadığını söylemişti. Ama İsmail kendisini hep akıllı ve zeki sayardı. Çünkü ailede çat pat da olsa okuma yazma bilen bir tek kendisiydi.
Okuldan alındıktan sonra dedesinin zoruyla tarlada çift sürmüş, türlü işlerde çalışmıştı; ama hiçbir zaman isteyerek bir iş yapmamıştı. Mesela dedesi “Hadi oğlum davarları güt gel!” dese yerinden kalkmaz tembellik ederdi.
İsmail dedesinin verdiği birkaç kuruş parayı hiç biriktirememişti, ayyaş babası her zaman elinden almış İsmail’e beş kuruş bile koklatmamıştı. İşte bu yüzden babasını hiç sevmezdi.
İsmail yaşı geldiği gün askere, Ankara’ya gitti.
Askerde onu komutan çok sevdi. İsmail’e okuma yazmayı daha iyi öğretti. Hatta onu emir eri bile yaptı. Bir de boyuna bakarak ona “Uzun” lakabını taktı. Daha sonra komutan, izin günlerinde ona Ankara’yı dolaştırdı. Gittiği her yere onu da taşıdı. Yeri geldi Dışkapı’daki pavyonlara bile götürdü onu. İsmail orada Ankara’nın büyüsüne iyice bir kapıldı. Neydi o güzel kızlar, nasıl oynuyorlardı öyle herkesin içinde. Hatta bir an düşündü, şimdi şu sahnede oynayan sarışın yeşil gözlü kızlardan birini alsa, nikâh kıysa, köye götürse… Offf off, ne güzel olurdu be…
Çarşıda dolaşırlarken komutanı bir gün şakayla İsmail’e, paranın seyyar işlerde ya da otopark bekçiliğinde olduğunu, uyanık olursa tonlarca para kazanabileceğini söyledi. O da tezkereyi alınca köye dönmedi. Ankara’nın havasını almıştı bir kere. Hem burada ona dedesi gibi; şuraya git, şunu yap diyen de olmayacaktı. Hemen PTT’ye gitti bir telgraf çekti: “Ben Onbaşı oldum. Artık köye dönmem.”.
Bu telgraftan sonra komutanın dediklerini harfiyen yapmaya karar verdi. Komutanı ona para kazanmanın seyyar işlerde olduğunu söylemişti ya… O da o gün komutanıyla dolaşırken yoğurt satan adamları görmüştü ya… Hemen bu yoğurt işine girmeye karar verdi. Gitti bir değnek ve bir parça ip buldu sonra Ulus’taki bir toptancıdan borçla beş kilo yoğurt aldı.
İlk olarak Cebeci taraflarında “yoğurt, yoğurtçuuu!” diye dolaşmaya başladı. Henüz yoğurdun yarısını bile satamamıştı. Daha kazandığı parayla bir sigara bile alamadan zabıtalar onu, halkı rahatsız ettiği gerekçesiyle yakaladı. Yoğurtlarına da el koydular. O gece aklından geçirdi ulan ne b… yemeye girmişti bu işe. Köyde davar gütmeye üşenen adam, şimdi gelmiş sokaklarda yoğurt satıyordu. Ah ulan, ah şu kafaya… Ama şimdi köye dönse… Yok olmaz, pes etmek ona yakışmazdı. Kaldırımda oturmuş kara kara düşündüğünü gören bir adam, kendisine, satış yaptığı semtin zabıtasına avanta vermesi gerektiğini öğretti. Ama iş işten geçmişti…
Komutanı ona, otoparkta çalışınca iyi para kazanabileceğini de söylemişti. O da öyle yaptı, gitti Tunalı Hilmi’de bir otoparka girdi. Görevi gelen arabaları boş peronlara park ettirmekti. Patronu ona geceleri otoparkın yazıhanesinde yatabileceğini söyledi, çok sevindi İsmail. Patronun elini öptü, ona çok teşekkür etti.
Böyle bir süre idare etti. Sonra bir sabah adamın biri mavi bir Nova ile geldi. İsmail arabaya bakakaldı. Sonra adama en güzelinden bir park yeri ayarladı. Arkasından arkadaşı Yaşar’a fotoğraf makinesiyle onu, arabanın önünde çekmesini rica etti. Yaşar da arkadaşının isteğini yerine getirdi. Tam fotoğrafı çekmişken arabanın sahibi geldi, İsmail’i arabanın kaputuna dayanmış gördü. Çok sinirlendi. Pis kıyafetiyle arabanın kaputunu kirlettiğinden, arabanın kaportasını yamulttuğundan bahsetti ve sonra onu bir temiz dövdü. “Ulan, köyde dedesinin traktörünü ilçeye götürüp benzin almaya üşenen adamın neyine lan, Ankara neyine!” diye söyendi.
Bu olay üzerine patronu onu kovdu. İsmail yine işsiz kalmıştı. Ama pes etmedi, gitti iş aradı. Buldu da. Gecekondularla dolu Çukurambar’daki bir kahvede işe girdi. Kahvede işler düzgün gidiyordu; ama İsmail’in işi düzgün gider mi!.. Bir gün kahveye bir adam geldi, bir çay istedi, İsmail hemen doldurup ona verdi. Adam çayını bitirdikten sonra İsmail’in yanına geldi, Ona elinde bir Hacı Murat olduğunu, isterse kendisine hemen satabileceğini, ayrıca taksit bile yapabileceğini söyledi. Sonra parayı istedi. İsmail de bütün parasını verdi; ama yetmedi. Gitti dükkânının kasasından da biraz para aldı. Çalıştıkça kahveci, alacağından düşerdi. Sonra adam paraları aldı ve dükkândan arabayı getirmek üzere çıktı. İsmail yarım saat kadar kahvenin kapısının önünde, karda soğukta bekledi. Sonra kahveden çıkan yaşlı bir adam ona niye dışarıda beklediğini sordu, İsmail her şeyi anlattı, adam ona dolandırıldığını söyledi. İsmail o anda yıkıldı. “Ah ulan be… Köyde bakkala bile gönderilmeyen adamın neyine Ankara neyine!” diye mırıldandı.
İsmail’in ustası kasayı boş görünce onu kovdu. Bir de polise şikâyet etti. İsmail’i nezarethaneye koydular. İki gün yattı nezarethanede, daha sonra İsmail’in dolandırıldığını anlayıp onu saldılar. Ama kahveciye borcunu ödemesi gerektiğini de sıkı sıkıya tembih ettiler.
İsmail yine işsiz kalmıştı. Ayrıca umudunu da yitirmişti. Arkadaşı Yaşar’ı bulmaya karar verdi, uzun aramalar sonrasında onu buldu. Yaşar’a, onlarda bir süre misafir kalırsa bir sıkıntı çıkıp çıkmayacağını sordu. Yaşar onu evinde bir müddet idare etti. Çatı katındaki sobasız odada günlerce battaniyeye sarınıp yattı.
İsmail bir gün evden çıkarken komşu kızlarından biri geldi. Güzel bir kızdı. İsmail kızın parmaklarına baktı, yüzük falan yoktu. Bu iyiye işaretti.
Kapıdan çıkıp biraz yürüyünce Yaşar’a niyetini anlattı. Yaşar buna şaşırdı. Akşam eve gittiklerinde Yaşar hanımına olanı biteni anlattı, kızla bir konuşmasını söyledi. Öbür akşam haber geldi kız evlenirim, demiş. İsmail o gün heyecanından uyuyamadı.
Ertesi gün istemeye gittiler. Kız ablasıyla kalıyormuş, kızı eniştesinden istediler adamın da canına minnet. Hem kız da istiyor. Verdi gitti.
O günden sonra İsmail ve kız her gün buluştular. İsmail yeni bir iş bulmaya karar verdi; ama bu sefer sağlam bir iş bulacaktı. Nihayet bir inşaatta amele oldu. Epey de para kazandı. İsmail’in hanımı bir süre sonra doğum yaptı. İsmail artık baba olmuştu. Yükü bir kat daha arttı. Daha çok çalıştı. Yeri geldi bir bütün gün uyumadığı bile oldu.
İsmail’in hanımı öksüz ve yetim büyümüştü. Hep zengin olma hayalleri kurardı. Bir kaloriferli daireleri olsa, bir de gıcırından bir araba. Çocuğunu da kolejlerde okutabilse…
İsmail’in hanımı, bu isteklerini artık İsmail’in yüzüne söylemeye başladı. İsmail parayı kazanıyordu ama para su gibi akıp gidiyordu. İsmail’in eşi süslüydü de… Hafta geçmez gider İtfaiye Meydanı’ndan üstüne başına bir şeyler alır, saçlarına kına sürer… Hem onun da hakkı değil miydi sinemalara gitmek, Gençlik Parkı’nda Zeki Müren’i dinlemek…
İsmail ve hanımının aile bağları günden güne iyice yıprandı. Her akşam kavga ediyorlardı ve bu evlilik işini daha fazla yürütemediler. İsmail bir gün işten geldi evde karısını ve çocuğunu bulamadı. Bir hafta on gün karısı döner diye bekledi ve bir gece yarısı evden çıktı, doğru terminale gitti ve bir Kırşehir bileti alıp yola koyuldu. Davar gütmeye üşenen adamın neyineydi Ankara mis gibi köyü varken. Bu işleri onun başına açan da hep o komutan denen adamdı. Onun da Allah belasını versindi.
İsmail birkaç saat sonra otobüsten inip memleket toprağına ayak bastı. Ne de olsa, tilkinin dönüp dolaşıp varacağı yer kürkçü dükkânıydı…