Şimdi ne yapacağını bilemiyor oluşumun bilmem kaçıncı dakikasındayım. Rüzgarın hafifçe kımıldattığı perdelerin ardındaki serinlikten bakıyorum dünyaya. Bakıyorum ve görülecek bir şeyi kalmamış olan bu kavanoz dipli dünyayı kökünden tutuşturmak istiyorum. Sokağın ortasından odamın içine giren çocuk cıvıltıları umudumu yeşertmiyor. Gırtlağıma kadar doluyum, her yanımdan bıkkınlık akıyor. Kül tablası hırsla söndürülmüş nice hülyanın iştiyakıyla dolu. Radyoda çalan o eski şarkıların melodisine asılmış gençliğim “keşke olmasaydı” dediğim nice günlerin hatırasıyla birlikte sallanıyor boşlukta. Duyduğumda bu kadar da olmaz dediğim ne varsa hepsiyle yüzleşmek zorunda kaldım. Burası dünya, burada her şey mümkün. Onu gördüm.
Kendimi caddelere atıp nefes alayım desem, bir hercümercin içinden sıyrılıp çıkmak zorunda oluşumla baş başa kalıyorum. Motorlu taşıtların canavarca uğultusu kemiriyor usumu. Bu homurtular ve üslubu bozuk kurallar arasında sıkıştığımı hissediyorum. Telaşını bir yerlere yetiştirme arzusuyla çırpınan başıbozuk kalabalıklar arasında yalnızım. Hatta o kalabalığı inşa eden bütün fertlerin hepsi birer yalnızlık abidesi. Herkesin konuştuğu ama kimsenin kimseyi duymadığı serkeş bir çağın içindeyiz. Yüksek medeniyetlerin üstüne konumlanmış asri taklitler içinde kaybettik kimliğimizi. İnsan, nisyan ile maluldür. Hâlbuki bunun adı nisyan değil, düpedüz intihar. Öyle ki, her intiharın sonundan yeni bir ahlak kaybıyla doğruluyoruz yerimizden. Sonra bu ayarı bozulmuş düzenin şikâyetini yine en çok biz üstleniyoruz.
Yollar yürüdükçe üstüme üstüme geliyor. Bulvarlara sığamadığım bir yalnızlık içindeyim. Ben değil sadece aslında. Hepimiz. Topyekûn kocaman bir yalnızlığın daha doğrusu tek başına kalmış birer fert oluşumuzun ağırlığı altında bunalıyoruz. Güvenimizi unutmuşuz bir yerlerde. Nerde unuttuğumuzsa kocaman bir muamma. Belki de doğru olmasını istediğimiz yalanlara inanırken gerçeği fark etmemizle başladı her şey. Önce kendimizi kandırdık, sonra bize kulak veren herkesi bu yola davet ettik. Ve kaçınılmaz son olarak belagati kendinden menkul yol göstericiler türedi toplumda. Sonra da hepimiz ruhsuz, vicdanı törpülenmiş, gerçeklik algısını şayialara kaptırmış, görmeyen, duymayan, gabi bireylere dönüşerek çürümeye durduk. Bu yüzden kahve köşelerinde, Sohrap Sepehri’nin de dediği gibi siyaset taşıyan boş trenlere umudunu bağlamış kavgacı halklara dönüştük. Oysa haklı bir öfkenin vereceği güce inanmanın hazzı vardı çok eskiden. Artık eskiye özlem duymak bir tarafa, yeni cümleler kuracak bilincimizi bile çaldılar bizden.
Anadan üryan çalıntı fikirler ve özenti düşlerle abanıyorlar üstümüze. Ellerimizin ayasını göğün sonsuzluğuna açtığımız zamanlardan koca bir hiç kalmış artık. Gelişiyoruz, gelişmekteyiz ve daima ileriye gidiyoruz diyerek ters istikamette yol alıyoruz. Bunun farkında olmak şöyle dursun, bile bile yanlış istikamete gitmenin önüne geçmek için en ufak çabamız dahi yok. Yolun yanlışlığının bilinciyle devam ediyoruz sürüklendiğimiz acı sona. Zihnimiz uyuşmuş ve “hayır” diyebilecek mecalimiz de kalmamış.
Yürüyoruz, yürümek denirse buna. En iyisi uyuyup dinlenelim biraz bu muasır gösterişin ortasında. Uyanırsak bir destanı yeniden yazabiliriz belki.
*
ONUR ARİF SOLAK