– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Daraldıkça daralan bir çemberin içinde dönüp dolaşıyorduk. Yalap yalap ışık huzmelerinin yağdığı kentlerden olurda yolunu şaşıran bir ışık demeti köyümüze uğrar diyesabırsızlıkla bekliyorduk. Yürümeye kalksak önümüzde dağlar sıralanıyor, arkamızadönsekuçsuz bucaksız ovalar göz kırpıyor.
Bu köyün içinde yitik gülüşleri var kalemi kâğıdı seven öğrencilerin. Sancılı bir coğrafyanın hayalden birikintileri içindeumut yelkenine değecek rüzgârları bekliyorlar. Ceplerinde akıllı telefonları, evlerinde tablet yada bilgisayarları yok, lakin o bilgisayarıve telefonu yapmak için iyi bir mühendis olma düşü var yamalı ceplerinde. Bir öğretmenin gayretle dört sınıfa ders vermeye çalıştığı kırık dökük sıraları.Onu da özledik: Boyasız duvarları olan okulumuzu. Bahçesinde mendil kapmaca oynarken,masum ve kaygısız kahkahalarımızı üstünde koşuşturduğumuz toprağa akıtmanın hasretini çeker olduk.
Geceleri gömülürken yastığın yorganın içine, uzun uzun ağlıyorum kaybettiklerime. Kendimce bildiğim duaları okuyor, bir çıkar yol için Allah’ a yakarışta bulunuyordum.Duyuyorum, hissediyorum. Her ne kadar bize hissettirmemeye çalışsa da annemin de gözyaşlarının yerinde durmadığını biliyorum. Genç yaşta eşini kaybetmiş olan bir annenin iki çocuğuna iyi bir istikbal verememenin hüznüyle ezildiğini görebiliyorum.
Lanet olası salgın hastalık yüzünden okullarımızda göremediğimiz dersleri internetten anlatıyor öğretmenlerimiz. Oysa bizim köyde ne bilgisayar, tablet ne de o cihazları çalıştıracak olan internet hatları var.Sayısız arzularım var. Hepsi de eğitim ve öğretime dair. Sınırları yoklukla çizilmiş olan bu Anadolu köyünde, yanlışı doğruyla sindirebilmek için iyi bir köy öğretmeni olmak istiyorum mesela.
Her insanın bir öyküsü olduğunu duymuştum. Bizim coğrafyamızda yaşayan bütün insanların öyküleri birbiriyle benzer sanki. Çıtası eksik çatılar, ucu delinmiş ayakkabılar, tarlaya ekilen ekinler, dağda bayırda otlatılan sürüler… Ama bakmayın siz öyle elbiselerimizin eski olduğuna. Sandıklar dolusu yürek zenginliğimiz de vardır bizim. Bir düşünürün kitabında okumuştum. Büyük kentlerde insanlar bayılıp düştüğündeetrafındaki insanların çoğu hiçbir şey olmamış gibi geçip giderlermiş yanlarından. Kimsesiz biri ölünceölenin cesedi kokmaya başlayınca anlarlarmış mahalleli.
Biz Burnaz köyünün insanları, yağmuru da beraber göğüsleriz güneşin parıltılı ışıklarını da. Bir çinke ekmeği de bölüşürüz bir ambar dolusu buğdayı da. Bir çocuk anasını yitirirse otuz hanenin de yeni bir evladı olmuştur, şefkatle bağrına bastığı.
Girift bir labirentin içinden dışarıya çıkış yolunu bulmaya çalışırken kendimizce bir karar almıştık. Her gün aynı saatlerde dağın eteğinde bulunan geniş alanda toplanıyor, getirdiğimiz minderleri birer metre arayla alana yerleştirip ders kitaplarımızdan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Birimizin anlamadığını, anlayan bir diğer arkadaşımız anlayana kadar anlatmaya çalışıyordu. Bu yaptığımızın ağır aksak yürüyen bir kaplumbağaya kanat takıp onu uçurmaya çalışmak çabası olduğunu hepimizde çok iyi biliyorduk. Gelin görün ki elimizden başka türlüsü gelmiyordu.
Dağın eteğinde toplandığımız günlerinbirinde, köyümüzün meydanında araçlar ve insanlargördük. Kalabalığa doğru koştuk. Kepçeli bir araç, var gücüyle toprağı kazıyordu. Muhtar amca ve gayet şık giyimli ikiağabey bize doğru ellerinde paketlerle yürüyorlardı. İçlerinden birini sanki tanır gibiydim. İyice yaklaştıktan sonra her birimize içinde tablet olan kutular dağıtmaya başladılar. Çalışmaların devam ettiğini, en geç bir hafta içinde köyümüze yakın bir alana baz istasyonu kuracaklarını ve hepimizin tabletine belirli bir limitte ücretsiz internet yükleneceğini söylediler.
Elimi kalbime koyduğumda kalp atışlarımınkabarıp göğsümün çerçevesinden dışarıya doğru taştığını hissettim.Işığını bizden saklayan yıldızlar sağanaklar halinde üzerimize boşalıyordu. Sesim çıktığınca bağırmak, gökyüzünde beliren güneşin yüreğine dokunmak istiyordum.Kahraman olarak gördüğümüz bu kurtarıcılar çarmıha gerilmiş olan bedenlerimizi tek çırpıda asıldıkları yerden, çivili darağacının çubukları arasından kurtarmışlardı.
Sürgündeki ıstırabımıza son veren bilet kim tarafından ve nasıl kesilmişti? Mutluluk çığlıkları içinde hesapsızca cıvıldaştık.Açıkçası bunu sorgulamak hiç de aklımıza gelmemişti. Sonradan öğrendim. On beş yirmi gün önce annemle beraber yardım başvurusunda bulunmak için muhtarlığa gitmiştik. Muhtar amcanın yanında sevecen, derin ve hüzün bakışlı bir ağabey vardı. Bir yakını bizim köyde yaşıyormuş. Kimi kimsesi olmayan Hayrettin dede vefat edince cenaze işlemlerine katılmak için Ankara’dan gelmiş. Bana ismimi okuyup okumadığımı sordu.Kendimi tutamayıp ağladığımı hatırlıyorum. Eğitimin internetten sürdüğünü ve imkânsızlıklar yüzünden dersleri takip edemediğimizi söyledim.
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığında yetkili olan bu ağabey içimize batan ağılı kaktüslerden çok etkilenmiş. Bütün imkânlarını seferber ederekcam kırıklarıyla dolu hayatımızı yaldızlı aynalarla bezemeye karar vermiş. Ömür boyu minnet duyacağımız bu güzel yürekli insan sayesinde umudun önünde tek sıra minnet kuyruğunda bekliyoruz,Burnaz köyünün ay benizli çocukları.