“Yiyip içtiğin senin olsun, bize gördüğün anlat…” demiş büyükler. Biz her şeyi tükettiğimiz gibi bu güzel düşünce ve davranışları da tükettik ne yazık ki… Herkesleşmek yok olmaktır diyor, gördüğümü anlatma ve aktarma düşüncesiyle alıyorum kalemi elime.Tarihin aktarılması ise bana göre bırakılabilecek en güzel mirasların arasında. Bunu yapabilmek için de nereye dönsen buram buram tarih kokan bir bölgede yaşıyor olmak büyük bir şans. Ben de bu avantajı değerlendiriyorum ve uzak yakın demeden tarihî mekânları ziyaret ediyor, bu mekânlarla ilgili gördüğümü, duyduğumu, öğrendiğimi ve hissettiğimi yazarak somutlaştırmaya çalışıyorum. Göz ve gönül unutur ama yazı kalır diyerek çıkıyoruz yine yola… Yolculuğumuz planladığımız üzere Yanartaş’a, diğer adıyla Çıralı’ya doğru ilerliyor.
“Olympos’un sönmeyen ateşi” diye tabir edilen doğal mekan…
Çıralı Antalya’nın Kemer ilçesine bağlı, Olympos’la kumsalları birleşen, dağın eteğine kurulmuş butik bir sahil köyü. Berrak sulara sahip plajıyla yerli yabancı kalabalık bir ziyaretçi ve turist kitlesine sahip. Bizim gibi yakın çevreden gelenler günübirlik gelip gidebilir. Uzaktan gelenler ise Çıralı’da bulunan otellerde konaklama imkânı bulabilirler.
Gelelim farklı bir doğal güzelliği olan Yanartaş’a. Yanartaş; sahilden yaklaşık 3 km mesafede bulunan, deniz seviyesinden 180 m yükseklikte, kayaların arasından çıkan, bileşenleri metan, azot ve karbondioksitten oluşan gazın yüzeye çıkarak oksijenle birleşmesi sonucu, 2500 senedir yanmaya devam eden farklı bir doğal güzellik. İster doğal güzellikleri olsun, ister antik kalıntılar olsun ziyaret ettiğiniz zaman, o yerin sosyal, siyasi, kültürel mitolojik geçmişini bilmek bambaşka bir anlam katıyor gözlemlerinize. Zihnen ve ruhen manevi boyutuna geçiyor, âdeta geçmişe yolculuk ediyorsunuz. İşte benim en sevdiğim nokta da burası.
Böyle bir mekâna gelinir de geçmişe yolculuk edilmez mi? Elbette edilir.
Tarihin kapılarını aralayıp adım atmaya başladığım zaman bölge tarihinin M.Ö. 160’lı yıllara dayandığını öğreniyorum. Kuytu bir koya kurulmuş liman kenti oluşu bu yerin tarihteki popülerliğini bir kat daha arttırıyor. Ulaşılabilen tarihinde bölgede; Likyalılar, Romalılar ve Bizanslılar yaşamış. Sosyal ve siyasi tarihinden daha çok mitolojik tarihini bilmek, mekânla bağ kurmanız açısından önemli bir unsur.
Böyle sıra dışı bir doğal güzelliğin mitolojik bir hikâyesi olmaz mı? Olmaması mümkün değil…
Bir yandan bunları düşünürken dağın eteğindeki gişelere de gelmiştik. Gişe işlemlerini yapıp çam ağaçlarının gölgesinde, taş merdivenlerden adım adım çıkarken bir yandan da bölgenin hikayesi geçit yapıyor zihnimden.
Efendim, Ephyrakralının oğlu Hipponoes av partisi yaptıkları bir sırada kardeşini öldürür. Bu nedenle Ephyra’dan sürülen Hipponoes Argos kralına sığınır. Argos kralı Bu genci Likya kralına gönderir. Likya kralı bu suçlu genci öldürmeye kıyamaz ve Olympos dağındaki aslan başlı, kedi kuyruklu ağzından alevler saçan, adı Chimera olan canavarın yanına atar. Hippamoes canavarla savaşır ve onu yener. Yerin yedi kat dibine gömülen canavarın ağzından çıkan alevler Yanartaş’ta kayalardan çıkan alevlerdir.
Bu alevlere doğru taş merdivenlerden adım adım çıkarken bu hikaye düşüyor aklıma. Zaman zaman toprak yol, zaman zaman taş merdivenlerden çıkarak bir km kadar mesafeyi kat ediyoruz.
Ve karşımızda kayalardan çıkan alevler…
Farklı kayaların arasında yanmaya devam eden alevleri izlerken ne kadar bilimsel olarak düşünsek de bir yandan da efsane dolanıyor aklımda. Batı uygarlığının bakış açısı… Ama bunun yanı sıra bambaşka bir çağrışım yapıyor bende Yanartaş; Hz.Mûsâ’nın ateşi… Kur’an kıssasında anlatıldığına göre Hz.Mûsâ ailesiyle birlikte Medyen’den dönerken dağda bir ateş görür. Ateşin ne olduğuna bakmak için yanındakilerden ayrılır ve dağa doğru çıkmaya başlar. Ateşin yanına geldiğinde Allah ona hitap eder ve onu elçi olarak seçtiğini bildirir. Kavminin onun Allah’ın elçisi olduğuna inanması için mucizeler verir. Bunlar; âsâsını yere attığı zaman büyük bir yılana dönüşmesi ve elini koynuna sokup çektiği zaman bembeyaz olmasıdır. Bütün bu mucizelere rağmen küçük bir azınlığın dışında kavmi onu yalanlamıştır.
Topluma baktığımız zaman bugün de hâlâ bir şey değişmediğini görüyoruz. İnsanlar hâlâ gerçeklere gözlerini kapatıyorlar. Hâlâ hakikat yerine yalana inanmayı tercih ediyorlar.
Bütün bunları düşünürken bir yandan da etrafı gözlemlemeye devam ediyorum. Taşların arasından çıkan alevler ziyarete gelen ve hazır ateş bulmuşken sucuk pişiren, Marshmallow kızartan, termosla getirdikleri çayları yudumlayan insanlar… En güzel özellik ve güzelliklerinden biri de dağın böğründen deniz gören manzarası… Doyasıya seyredip deşarj olmak oldukça zindelik katıyor insana.
Bu arada hemen o alanda bulunan, M.S 6. Yüzyıla ait bir erken dönem Bizans eseri olduğu anlaşılan kilise kalıntısı da dikkatimizi çekiyor. Kazı ve düzenleme yapılmadığı için oldukça harabe bir şekilde…Dış ve iç duvarlarının bir bölümü hâlâ ayakta. Hatta koridor tavanında renkli resimler bile görülebiliyor.
Bu doğa güzelliğin, tarihî kalıntıların, mitolojik hikâye ve Kur’an kıssasının yanı sıra, ziyaretimizin bahar mevsimde olması tabiatın uyanışınada şahit olmamızı sağlıyor. Yol kenarlarında taşların arasında, yamaçta kendilerine buldukları küçük düzlüklerde boy vermiş papatyalar, çimenler, çam çiçeklerinin ve defne ağaçlarının kokusu, günlük yaşamın ruhumuzda oluşturduğu karmaşaya en azından bir nebze dinginlik veriyor. Benim için en hoş ve duygusal olanı da taş merdivenlerden inerken yabani sümbül çiçeklerini görmem oldu. Duygusal diyorum çünkü beni çocukluğuma götürdü. Ben küçükken babam dağlara gittiğinde elinde bir demet sümbül çiçeğiyle gelirdi. O çiçeklerin etrafa yaydığı muhteşem kokuyu tarif edebilmeyi çok isterdim. Bu muhteşem koku benim çocukluğumun en güzel hatırlarından biridir.
Bu hoş duygularla iniyoruz dağın eteğine. Gişelerin bulunduğu bu alanda yürüyüşün yorgunluğunu atmak isteyenler için, çam ağaçlarının altına koyulmuş masalar güzel bir olanak. Biz de bu fırsatı değerlendirip soluklanıyoruz biraz.
Her ziyarette olduğu gibi mekânın kattığı kendine özgü duygularla geçiyoruz dönüş yoluna. “Hani bir ateş görmüştü de ailesine şöyle demişti: ‘Durun, gerçekten ben bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösterici bulurum.” (Taha, 10) ayetini terennüm ediyor dudaklarım. Evet, yeryüzünde gördüğümüz her şey Hz.Mûsâ’nın ateşi gibi bir tefekkür kaynağı olmalı bize. Zira yaratılan her varlık yaratıcısının varlığına delildir. Bizler de Hz.Mûsâ gibi payımıza düşen ibreti alıyoruz bu ateşten… Kim bilir bir sonraki nasibimiz ne olacak…
*
FATMA SÜMER