Kaç tuşuna dokunarak uzaklaştığım kente, aynı daktilonun dön tuşuna dokunarak yaklaşıyordum.
Kalbimin emaye kaplı yüzeyine düşerek sesler çıkaran anıların peşine düşmüştü ayaklarım. Bozuk saat gibi sürekli on yedi yıl öncesini gösteriyordu bileğimdeki saatim. Palyaçonun gülen yüzünü takınarak ilerlesem de rayların üstünde korku, endişe ve tereddütle kaplıydı koridorları göğsümün.
Yurtsuz şafakların boranından ıraklaşarak gurbetin paletinde payıma düşen renge sığındım. Yolculuk yaptığı gemiye, ihanet eden tayfa değildim. Dümeni yanlış rotaya çeviren kaptanaydı asiliğim. Siyahın içindeki laciverte tutundum. Hem koyuydu lacivert hem de karayla gök mavi arasında bir sır.
Ölmem için henüz zaman vardı. Babamın bana açtığı sayfada, harlanmış bir zorunluluğun kölesi olmayacaktım. Dedem yaşındaki adamın ömrümü bozdura bozdura kullanmasına razı olamazdım. Siste kaybolan siluet gibi gökle yerin birleştiği yerde silinmeye karar verdim.
Yıllar önce koşarak bindiğim tren, bugün ağır aksak adımlarla kendimi iteklediğim trendi. Eski masallarda anlatılan kötü adam yoktu artık öykümün içinde. Yaklaşık bir ay önce kaymıştı yıldızı gök kubbenin zemininde kötü kahramanının. Lakin en az kötü adam kadar kırılmışlığım vardı adamın sarı yemenili eşine. Ben denize ağlarken kendi ipimle asılmamı izlemişti kadın susarak ve sessizce.
Burnumun direği sızladı yine de. Hiç sevmezdim oysa huysuz rahmetliyi. Hem şimşek hem buluta dönüştü bir anda bedenim. Öfkeye ağır, sevgiye hafif bir hamle… Kalkan ve mızrak, hüzün ve sevinç alabildiğince büyüyen kördüğüm… Acıyan avuçlarımda büyüttüğüm ısırgan otu muydu yoksa kat kat katmerli bir deste gül müydü bilemedim.
Ne çok sarı yemenisi vardı annemin. Nedendir bilmem sarıdan başka yeminiyle örtmezdi saçlarını. İncecikti. Savrulup uçacak sanırdım şiddetlenince kasabanın poyrazı. Çocukken anneme biçtiğim beyaz kaftan kül rengi bir elbiseye bırakmıştı yerini dere boyu. En az babam kadar suçluydu annem. Sustu. Nasıl yüzüme bakabilecekti? Belirsiz duvarlara çarpıp duruyordu aklımdaki muamma.
Bir aynayı andırıyor hatıralardaki yüzün. Ben gibi senin de çöktü mü avurtların ya da ben gibi ağardı mı tel tel saçların? İtiraf etmeliyim ki hayaline her dokunduğumda boşluğa dağılıyor yaralı kalbim. Yerinden oynuyor, gamzelerini gamzelerime gömdüğüm hayat. Kimlesin, kiminlesin? Hala bıraktığım yerde misin? Pişman mısın benimle gelmediğin için?
Taştır, kayadır sinem benim. Bunca zamandan sonra anladım ki çantanda hiç yoktum ben senin. Sırtını dönüp bensizliği seçtiğinde tozlu bir masa gibi kalakaldım unutulmuş bir sahilde. Taş yonttum sinemde, yıllarca çığlık sürdüm tozlu masa sahillerinde. Tuhaf değil mi? Mağrurlandığım aşkla ters pers olduğum aşk aynı oylumda.
Amcam, teyzem, halam, dayım… Hayır, hiçbiri değilsiniz benim için! Dul bir zengine beni satan babamın bıçağını bileylediğinizde yazı bitirdiniz o bahçede. Her kapıyı tıklatan gizli hayalet gibi yine de belireceğim eşiğinizde. Yüzünüzdeki kumaşın rengini görmek boynumun borcudur, zorunluluğumdur kendime.
Kurumadıysa büyüyüp serpilmiştir ceviz ağacım, kardeş bergüzarım. Ölümünden sonra kendi ellerimle başucuna diktiğim yadigârım. Cevizi çok severdi cennet rayihalım. Bilsen nasıl özledim. Milyonlarca yıl ötesinden kulağıma çalınıyor sesin. Okyanuslarla ölçtüğüm acını dünyanın atmosferine sığdıramadım. Affet beni kardeşim. Kırdılar kolumu kanadımı. Hangi atla koşturduysam da erişip de ziyaretine gelemedim.
Emine’m, çocukluk arkadaşım. Gençliğimin vefakâr dostu… Sana kestim tren istasyonundaki bütün biletlerimi. Küçük bir asumanın sokakları arasına sıkıştırmamışlarsa ruhunu uzun uzadıya saracak kollarım gövdeni. Kolundaki altın bileziği avucuma bırakıp taşınmaz külfetimi sırtımdan kaldırdığını nasıl unutabilirim ki? Üşüyen kalp damarlarımı buharlaşan zaman dilimlerinde ısıtan senin sevgindi.
Düşen sesler içinde Köpüş’ün hırıltıları vuruyor kompartımanın içine. Hayattaysan hâlâ, tanıyıp sokulur musun eskisi gibi boynumun dibine. Seni düşününce vefakârlığın gölgesi uzayıp gider gönül teknemde. Önceden olduğu gibi eti kemikli, ekmeği taze mi seviyorsun yine. Biliyorsun değil mi? Vurdumduymaz kasabada bir sen, bir de Emine var burnumun direğini sızlatan ahbap.
Oynadığım park, bahçe… Okuduğum ortaokul, lise… Kasabanın pazarı, ineceğim şimendifer garı… Duruyor muydu acaba yerli yerince? Rüzgârı aynı rüzgâr mıydı? Toz, duman, yel, deli boran fırtına. Martılar yine resim çiziyor mudur kasım göğünde? Sırtımda huysuz bir pelerin, cebimde ufalanmış portrelerle dolanıp durdum lokomotifin vagonları içerisinde. Korkuyordum. Yakınlaştıkça yitirdiğim bir hayaldi belki de artık doğup büyüdüğüm yer.
Kaç tuşuna dokunarak uzaklaştığım kente, aynı daktilonun dön tuşuna dokunarak yaklaşıyordum.
*
GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT