Avcunun içinde sıkı sıkı tuttuğu paralar terden sırılsıklam olmuştu. Kendisi bile kaç saattir orada beklediğini unutmuştu. Babasından aldığı üç beş kuruşla, arkadaşlarının anlata anlata bitiremedikleri ama kendisinin henüz hiç tatmadığı dondurmayı ne olursa olsun almaya kararlıydı. Kahvaltısını yapar yapmaz evden fırlamış, bir solukta çarşıya varıp, dondurmacının kapısına dikilmişti. Dikilmişti dikilmesine ama dondurmacı henüz gelip dükkânını açmamıştı bile. Dükkânın kapalı olduğunu görünce epey üzülse de beklemeye karar verdi.
Dondurmacının karşısındaki toptancı dükkânının gölgelik olan duvar dibine çömeldi. Uzun bir süre öylece oturdu, sıkıldı kalkıp sokağın ucundaki avluya yürüdü. Avlunun etrafına dizili olan küçük dükkânların bazıları kapalıydı. Karşıdaki kasap, elindeki satırla dükkânın kapısına astığı koyun gövdesini parçalamakla meşguldü. Arada işe yaramaz et parçalarını koparıp etrafındaki miyavlayan sabırsız kedilere atıyordu. Kasap ağzının kenarındaki sigarasından mütemadiyen çekip savurduğu duman eşliğinde, koca koyunu bir çırpıda parçalara ayırıp, dükkânın içindeki tezgâhın üzerine dizdi. Bekleyen müşterilerin isteklerini hazırlamaya koyulduğu sırada, bir erkek kahkahası avluyu doldurdu. Bu keyifli kahkahanın sahibi kasabın çaprazındaki ayakkabı tamircisinden başkası değildi. Çok yakın arkadaşı olduğu anlaşılan bir adamla, dükkânının kapısına koyduğu sandalyelerde oturmuş, neşeli bir sohbete dalmışlardı. Ayakkabı boyasına bulanmış elinde tuttuğu sıcak çayı, muhabbet ve kahkahaların arasında iki üç yudumda bitirivermişti. Karşısındakine sürekli bir şeyler anlatıyor, aralarda kocaman kahkahalar atıyordu. Her gülüşünde koca gövdesi ardı ardına sarsılıyor, tombul yanakları iyice yayılıyor, ağzının içindeki seyrek dişlerinin neredeyse tümü görünüyor, zaten var olan sevimliliği bir kat daha artıyordu. Onu izlerken çocuğun yüzüne de farkında olmadan kocaman bir tebessüm yerleşmişti. O sırada yandaki toptancının çırağı kapısına yanaştırdığı el arabasına depodan kesme şeker çuvallarını yüklüyordu. Ufak tefek vücudundan beklenmeyecek güç ve atiklikle çuval yığınlarının en üstündekini kaptığı gibi omzuna alıp, el arabasına atıyordu. Araba dolunca demir kolundan çeke çeke öndeki dükkâna doğru götürdü. Avluda attığı bu küçük tur, ona can sıkıntısını unutturmuştu.
Tekrar dondurmacının karşısındaki duvar dibine gitti, bekledi bekledi, tam ümidini yitirmek üzereyken dondurmacı yandaki berber dükkânının köşesinde beliriverdi. Yüzünde bezgin bir ifade, omuzlarını olabildiğince sarkıtmış bir halde, kafasını yerden kaldırmadan ağır adımlarla yürüyordu. Kendisine epey bol olan pantolonunun belini ince bir deri kemerle sıkmıştı. Pantolonun geniş ve uzun olan paçaları yerleri süpürüyordu. Ayağındaki naylon terlikleri sürüyerek attığı her adımda pantolonunun paçasından çıkan parmakları dikkat çeker bir irilikteydi. Duvar dibinde oturan çocuğu fark etmedi, dükkânının kapısına kadar yürüdü ve durdu. Elini pantolonunun derin cebine attı, bir kaç kez karıştırdı, cebindekileri çıkardı. Diğer eliyle avucunun içindeki tomarın arasında anahtar bulmaya çalışırken, birkaç bozuk para ve küçük kâğıt parçaları yere döküldü. Aynı bezgin tavırla ağır ağır eğildi, yere düşürdüklerini aldı, tekrar cebine attı. Nihayet anahtarı bulup, kapıyı açtı, içeriye girdi. Dondurmacıyı büyük bir sabırla bekleyen çocuk çömeldiği yerden kalktı, dondurma dükkânının kapısına doğru bir kaç küçük adım atıp durdu. Dondurmacının kendisini fark etmesi için bekledi, adamın asık suratı ve bezgin hali onu biraz korkutmuştu. Buna rağmen bütün cesaretini topladı, dükkânın kapısına yanaştı. Terden ıslanmış avucundaki kuruşları uzattı, kısık bir sesle dükkânın içerisinde uğraşan adama seslendi
-Amca ben dondurma istiyorum.
-…
-Amcaaa, dondurma istiyorum!
İlkinden daha yüksek bir tonla söylediği bu cümle adamın dikkatini üzerine çekmeye yetmişti. Adam kirli sakalının kapattığı, ince suratındaki durgun ifadeyle çocuğa baktı
-Dondurma yok, daha yapmaya başlamadım, dedi. Çocuk öne doğru uzattığı avucunu usulca kapatıp indirdi.
-Peki, ne zaman yapıcan?
-Şimdi başlıycam.
-Ne kadar sonra olur peki?
Adam hafifçe kaşlarını çattı, uğraştığı işe devam ederek
-Çok sürecek bekleme, dedi.
-Yok, beklerim ben, derken sıcaktan pembeleşen yanakları asılmış, kahverengi gözleri ağlamaklı olmuştu. Biraz üzgün, biraz umutsuzca “Bu kadar bekledim, ne kadar sürebilir ki… Biraz daha bekleyeyim.” diye geçirdi içinden. Dondurmacı dükkânının kapısında dikilip beklemeye başladı. Adam küçücük dükkânın içinde bir sağa bir sola dönüyordu. Küçük masanın üzerindeki kocaman tencerenin kapağını açtı. Eline aldığı uzun saplı, kepçeyle içinde ne olduğunu göremediği tencereyi uzun uzun karıştırdı. Adamın ayakları her hareketinde küçücük dükkânın köşelerine yerleştirdiği kap kacağa çarpıp, gürültü çıkarıyordu. Bir ara tencereyi karıştırmayı bırakıp, dükkânın bir başka köşesine eğildi, orada duran dar ve derin alüminyum kazanı aldı, eşiğe çıkardı, yere bırakırken çocuğu fark etti.
-Sen hala bekliyor musun çocuk, dedi. Çocuk başını öne eğdi.
-…
-Sana bekleme demedim mi, bu iş uzun!
-…
-Peki, sen bilirsin, bekle bakalım, deyip tekrar dükkâna girdi. Üst üste duran, hasır örgülü, iki küçük tabureden birini alıp kapının yanına bıraktı.
-İyi madem, gel bari şuna otur da izle. Öyle ayakta olmaz.
Çocuk sert ve soğuk görünüşlü adamdan bu hareketi hiç beklemiyordu, şaşkınlıktan büyüyen gözleriyle bir adama bir tabureye baktı. O sırada duvardaki çivide asılı olan uzun siyah önlüğü boynuna geçiren adam, önlüğün uzun bağcıklarını bağlarken tekrar göz ucuyla çocuğa baktı, dudağının kenarında beliren hafif bir tebessümle “Otur otur, korkma!” dedi
Çocuk adamın kendisine gösterdiği bu alakadan fazlasıyla hoşnut olmuştu, tabureyi dükkânın içini tam görebileceği bir yere çekip oturdu. Artık dondurma yeme hevesi yerini büyük bir meraka ve heyecana bırakmıştı. Çünkü ilk defa yiyeceği bu olağanüstü tatlının nasıl yapıldığına da şahit olacaktı. Heyecandan yerinde duramıyor, oturduğu taburede sıska dizlerini sürekli birbirine çarptırıyor, metal kopçalı naylon ayakkabılarının içindeki ayaklarını hızlı tempoyla yere vuruyor, ince kollarıyla taburenin kenarlarından destek alıp kendini havaya kaldırıp indiriyordu. Adamın her hareketini büyük bir ilgiyle izliyor, her ayrıntıyı hafızasına kaydediyor, hiç bir şey kaçırmamaya çalışıyordu. Adamsa çocuğun aksine gayet sakin ve yavaşça eline aldığı iki kova ile dükkândan çıktı. Kovaları sallaya sallaya, az ötedeki kapalı olan bir kapının önüne kadar yürüdü, kovaları yere bıraktı, iki eliyle eski tahta kapının elceğini birkaç kez kuvvetlice yüklenirken omzuyla da kapıyı ittirdi. Şişip sıkışmış olan kapı açılmamakta direniyordu. İnatçı kapı birkaç kuvvetli omuz darbesinden sonra büyük bir gıcırtıyla ardına kadar açıldı. Adam kovaları yerden aldı, açılan kapıdan içeriye girerek gözden kayboldu.
Bütün bu olanları oturduğu tabureden izleyen çocuk, kısa bir tereddütten sonra merakına yenik düşüp ayağa kalktı, korkak adımlarla yürüdü. Heyecandan gözleri kocaman olmuştu, ince boynunu ileriye doğru uzatıp içeride neler olduğunu görmeye çalıştı. Oda kapkaranlık bir dehlizi andırıyordu. İçeriden çıkan serin ve nemli havadaki rutubet kokusu genzini yakıyordu. Duyduğu heyecana şimdi hafiften korku da eşlik etmeye başlamıştı ama merakı hepsini bastırıyordu. İyice açtığı gözleri bir süre hiç bir şey göremese de yavaş yavaş karanlığa alıştı. Kapının hemen önünde birkaç basamak ahşap merdiven olduğunu fark etti. Adamın merdivenin bitimindeki karanlık odada, arkası kapıya dönük, hafif eğilmiş bir şekilde bir şeyler yaptığı hayal meyal seçiliyordu. Bir süre sonra gözleri içeriyi daha iyi seçmeye başlamıştı. Odanın içi çok serindi, dip tarafta kocaman kocaman, kapaklı tahta sandıklar vardı. Adam kapağını kaldırdığı sandığın birinden, büyük bir kıl çuval çıkarıp yere bıraktı. Çuvalın ağzındaki kalın urganı açtı, eline aldığı keserle, çuvalın içinde bir şeyler parçalamaya, kopardıklarını götürdüğü kovaya doldurmaya başladı. Epey gürültülü olan bu iş iki kova da doluncaya kadar sürdü. Kovaları dolduran adam, kara kıl çuvalın ağzını bağlayıp, tekrar sandığın içerisine yatırdı ve kalın kapağını kapattı. Yerdeki kovaları alıp kapıya doğru döndüğünde kendini hayretle izleyen çocuğu gördü. Çocuk gizli bir şey yaparken yakalanmış olmanın telaşıyla doğrulup bir adım geri çekildi. Adımını merdivenin ilk basamağına atan adam, elindeki kovanın birini çocuğa uzattı.
-Al şu kovayı, dükkânın kapısına bırak!
Adamın kızmadığını gören çocuk rahatladı, kendine uzattığı ağır kovayı alıp yukarıya çektiğinde içinin buzla dolu olduğunu gördü. Demek ki o karanlık odada, tahta sandıkların içindeki, kara kıl çuvallarda buz vardı. Biraz zorlansa da kendisi için epey ağır sayılabilecek kovayı, hiç bekletmeden, önemli bir görevi yerine getirmenin gururuyla, dükkânın kapısına kadar taşıdı. Adam da odadan çıkıp arkasından geldi. Dükkânına girip, içeriden tahta fıçıyı andıran büyük bir kap çıkardı, kapının önüne bıraktı. Fıçının içerisine daha önce çıkardığı, dar ve derin kazanı koydu. Ardından kovalardaki buzları keserle iyice parçalayarak, kazanla fıçı arasındaki boşluğa doldurdu. Boşluk tamamen buzla dolmuştu. Adam tekrar dükkâna girdi, daha önce karıştırdığı büyük tencereyi kucakladı, dikkatli bir şekilde getirip fıçının ortasındaki kazana boşaltmaya başladı. Adamın kazana döktüğü çorba kıvamındaki beyaz şey annesinin yaptığı sütlaca çok benziyordu ama bunda pirinç taneleri yoktu ve çok çok güzel kokuyordu. Daha önce hiçbir yerde rastlamadığı bu tatlı ve hoş koku çocuğun ağzını sulandırmıştı. Demek dondurma bu beyaz ve hoş kokan çorbadan yapılıyor diye düşündü. Dondurma hakkındaki yapılan övgülerin hiç de haksız olmadığını düşünmeye başlamıştı. Adam tahta kepçe ile koca tencerenin içini iyice sıyırdı, tekrar içerideki küçük masaya bıraktı. Dışarıya çıktığında elinde büyükçe kapak gibi yuvarlak bir alet vardı. Üzerinde kocaman bir kol ve dişlilerin olduğu kapağı fıçının üzerine kapatıp iyice sabitledi, yanlardaki mandallarını geçirip sıkıştırdı. Kendisini izleyen çocuğa baktı, dudaklarında beliren bir gülümseme ile “Sen çevirmek ister misin?” diye sordu.
-Ben miii?
-Evet sen, kolu çevirmek ister misin?
Çocuk oturduğu tabureden büyük bir sevinç ve heyecanla fırladı. Fıçının yanına yanaştı, kapağın üzerindeki kocaman kolun ahşap sapını kavradı, çevirmek için asıldı ama kol yerinden hiç kımıldamadı. Bu sefer iki eliyle ve var gücüyle asıldı, asıldı. Kolu zar zor bir tur attırabildi. Kenardan onu gülerek izleyen adam:
-Tamam tamam, bu kadar yeter, bak gördün mü? Ne zormuş” dedi ve kolu çocuğun elinden alıp ağır ağır çevirmeye başladı.
-Ne zaman olacak?
-Daha var, dondurma olması için bu kolu çok çevirmek lazım, diyen adam kolu daha hızlı çevirmeye başlamıştı.
Dondurmacının yumuşak yüzünü gören çocuk biraz daha rahatlamıştı. Artık ilk geldiği kadar tedirgin değildi. Adam kolu çevirirken yanında dikiliyor, ona bazı küçük sorular sorup aldığı kısa cevaplarla mutlu oluyor, muhabbeti daha da ileriye taşıyordu. Çocuğun bu halleri dondurmacıyı da neşelendirmişti. Çocuk kah adamın etrafında dönerek kah sokağın taş döşemesinde sek sek oynayarak, bazen de dondurmacının küçük dükkanının içini izleyerek vakit geçiriyordu. Arada fıçının yanına gelip “Daha olmadı mı?” diye soruyor, aldığı olumsuz cevapla pembe yanakları asılıyor, tekrar beklemeye koyuluyordu.
Uzun bir çevirme işleminden sonra adam dönen kolu yavaş yavaş durdurdu, mandallarını açtığı kapağı biraz zorlayarak açtı. Avluda dolaşmakta olan çocuk kapağın açıldığını görünce büyük bir sevinçle koşarak geldi. Ellerini fıçını kenarlarına koyarak içine eğildi.
-Oldu mu, oldu mu, diye naralar atmaya başladı. Dükkândan aldığı kepçeyi kazana daldıran adam
-Dur bakalım oldu mu, deyip kepçeyi kazanda dolaştırdı. İyice karıştırıp çıkardı, kıvamına baktı.
-Hıımm daha olmamış biraz daha çevirmeli, deyip bir kaşıkla kepçedeki dondurmayı sıyırıp çocuğa uzattı.
-Bi tadına bak bakalım, dedi.
Bunu hiç beklemeyen çocuk küçük bir şaşkınlıktan sonra, kaşığı kaptığı gibi ağzına götürdü, damağına yayılan soğuk tat annesinin çok sevdiği sütlacından da güzeldi. Kaşığı defalarca yaladı, azıcık dondurma bitmesin istedi. Şimdi daha da sabırsızdı, heyecandan yerinde duramıyordu. Dondurmacı fıçının kapağını tekrar kapatıp tekrar çevirmeye devam etti. Artık çocuk fıçının başından ayrılmıyor, adamcağızı sıkça sorduğu “oldu mu, daha olmadı mı?” sorularıyla bunaltıyordu. Dondurmacı uzun bir aradan sonra kolu çevirmeyi bıraktı, alnındaki boncuk boncuk terleri siyah önlüğünün eteği ile sildi.
“Eh artık olmuştur.” dedi. “Yaşasııınnn” diye çığlıklar atan çocuk sevinçte defalarca zıpladı. Artık doyana kadar dondurma yiyebilecekti. Dondurmacı bir kez daha girdiği küçük dükkândan bu sefer içi külah dolu plastik bir sele ile çıktı. İyice donup, kıvam almış olan dondurmadan kaşıkla çıkarıp seleden aldığı bir külahı tepeleme doldurdu. Gözleri fal taşı gibi açılmış olan çocuğa uzattı:
“Hadi al bakalım, afiyet olsun!” dedi. Kocaman gülümseyen gözlerle “Teşekkür ederim.” diyen çocuk ilk kez gördüğü külahı eline aldı, hâlâ sıkı sıkı tuttuğu diğer elindeki demir paraları dondurmacıya uzattı. Artık saatlerce beklemenin tadını çıkarabilirdi. Akasını dönüp toptancının duvar dibine yürüdü, ilk beklediği yere oturdu. Yaz sıcağına dayanamayıp hemen erimeye başlayan dondurmasını büyük bir zevkle yalamaya başladı. Bu eşsiz mutluluk hiç bitmesin istiyordu. Her yaladığında damağına yayılan soğuk dondurmayı yerken gözlerini kapatıyor, başını zevkten iki yana sallıyordu. Dondurma tükenip külaha sıra geldiğinde dondurmacının kapısında başka çocukların da kümelendiğini, her birinin adama para uzatıp sabırsızca bağrıştıklarına şahit oldu. Dondurmanın yapımını izlemenin ve herkesten önce yemiş olmanın mutluluğu ile yerinden kalktı, demir kopçalı naylon ayakkabılarıyla seke seke evin yolunu tuttu…
*
NURSEL ÖZGÜLER