– HASAN SONGÜR
*
Eski kültürümüzün kalbi hasretti. Yanı başımızdaki yâre bile hasrettik. Bütün türkülerimizin, şiirlerimizin ana teması hasrettir. Kamışlıktan kopartılan ney, kamışlığa hasrettir. Kalu belada Allah’ı gören insan sahibine hasrettir. Hayatımız hasrettir.
Hayatının ana teması hasret olan insanlar, hasretine kavuşmak için mücadelecidirler. Vuslat oldu mu değer bilirler. Vefalıdırlar.
Bugünkü kültürümüzün ana teması güvensizliktir.
Baba, evladına güvenmiyor. Kardeş kardeşe. Kadın kocasına, koca karısına güvenmiyor. Komşu komşuya.
Halk devlet kurumlarına güvenmiyor. Devlet kurumları halka güvenmiyor. Bu güvensizlik listesini uzatabilirim.
Ama mesele anlaşılmıştır. Bu güvensizlik bize ait değildir. Biz hiç tanımadığımız insanlara amca, dayı, teyze deriz. Ailemiz gibi görürüz. Devleti bile. Devlet baba deriz. Devlet ana deriz. Aile arasında güvensizlik olur mu? Olmamalı ama oluyor. Çünkü kendi kültürümüzden vazgeçtik. Global kültürün esiri olduk. Bu global kültürü Amerika üretmiştir. Orada insanların birbirine güvenmemesi doğaldır. Avrupa’dan sürülmüş insanlar kurmuştur o kültürü. Birbirinden uzak evler yapmışlardır. Vestern filmlerini hatırlayın. Herkes herkese düşmandır. Adam misafirini bile elinde silahla karşılar. Orada insanların hayatta kalması düşmanından daha hızlı silah çekmesine bağlıdır.
Amerikalılar özü güvensizlik olan bu global kültürü bize dayattılar. Beni en çok üzen, yaralayan ise, -kimse bunun farkında değil- ülkenin bilim yuvası olması gereken üniversitelerinin bile bu tirajediyi doğal bir şeymiş gibi görüyor olması. Yazarını çizerini, aydınınıalimini anmak bile istemiyorum.
*
AYRILIK
Ayrılıklar var hep hayatta.Öyle ayrılıklar var ki,ayrılanlar bu ayrılığın sebebini bir türlü anlayamazlar. Birbirlerini ölümüne seven nice insan bir anda bıçak keser gibi ayrılıverirler. Kimse akıl erdiremez bu işe.
Birbirlerine kördüğümle bağlanmış bu insanların düğümünü kesip atıveren İskender’in kılıcı mıdır? Nasıl bir şeydir?
İnsanın imanının zekası bu soruya bir cevap aramış. Bence bulmuş. O çok sevmenin, ölürcesine sevmenin, dünya durdukça biz ayrılamayız inancının getirdiği bir ihanet var.Görünmez ve bir içsel ihanet… İşte o ihanetin kıyısından dönmenin hikâyesi.
Belh şehrinin sultanı İbrahim Ethem, ilmi irfanı seven biriydi.Alimleri sarayına çağırır dini sohbetler yaptırırdı. İbadetlerine de çok düşkündü. Bir gece sarayın çatısından takırtılar geldi. Askerleri, çatıda dolaşan adamı huzuruna getirdiler.İbrahim Ethem, çatıdan getirilen adama sordu:
-Bu saatte çatımda ne arıyorsun?
-Kaybettiğim devemi arıyorum.
-Çatıda deve aranır mı?
-Sen sıcak, kuş tüyü yataklarda Allah’ı arıyorsun, ben çatıda deve arayamaz mıyım?
Bu sözler İbrahim Ethem’i derin bir tefekküre daldırdı.Tefekkürün sonucu: Tacını, tahtını, beşikteki bir yaşındaki oğlunu bile bırakarak kayboldu. Kimse ondan bir daha haber alamadı. Beşikteki bebek büyüdü, büyüdü. Koca adam oldu. Ve bir gün babasını çok merak etti. Elinde bir hikâyeden başka bir şey yoktu. Onu bulmak için yollara düştü. Yıllarca aradı.Nihayet babasını Kabe’de buldu.Yağmurla toprağın buluşması gibi, bir nehrin denize kavuşması gibi… Baba oğul sarıldılar.
O an İbrahim Ethem’in gönlünden bir kaygı geçti; ”Allah’ım oğluma olan sevgim, sana olan sevgimi gölgeleyecekse…ya onun canını al, ya benimkini.” dedi. Allah, duasını kabul etti. Otuz beş yıldır görmediği oğlu kollarından düşüp yere yığıldı kaldı.
Sevgide ve aşkta bir denge vardır.Denge bozulduğunda trajedi başlar. Mecnun, Leyla’ya dönüp bakmamıştır, Mevla’ya gitmiştir. Yazık olmamış mıdır Leyla’ya? Leyla’nın yeri ayrı, Mevla’nın yeri ayrıdır. Yerleri doğru tayin edememek, içsel bir ihanettir.Her ihanet, aşkı da sevgiyi de bitirir.