– MURAT KAPKINER
1.
Maria saçlarımın ağardığı o saniyede geldi. Ruhunu unutmuş mu acaba, dedim. Ceplerimde de aradım; yoktu. Zıpladım ama aynı yere düştüm. Herkes ne yapıyorsa (tuhaf) hep aynı şeyi yapıyordu. Çelebice: “Sigaram yok.” dedim “Tütün kullanıyorum.”. Sonra Anteplilerle Urfalılar akraba oldular, düğün çadırları kuruldu.
Hep gidecekmişim gibi yapıyordum. Oysa yerliydim, oranın sekenesindendim.
Uğrayanlar oldu. Kimileri yerleşik yaşama geçti.
Bir zil sesi duydum. Maria’nın etek ve parmaklarından geliyordu. Rayların gurbet yanında sıla umuluyordu; iki yüz bin yıldır. Atım beni üstünden attı, oysa cihada gidecektim. Silkelenip bir taksi tuttum. Şoförden hoşlanmadım, dikiz aynasından çok bakıyor; daha çok geri, baktığı kadar geri gidiyordu. Gökyüzünün solmaz mavi oluşu güneşin yok olmasını engellemedi ve benim ayaklarım ilk kez yere bastı; tabanlarımdaki yanık bundandır.
2.
Yurdumdan edilirken yanımdakilerden bir görevliye: “Beni niye sürgün ediyorsunuz, önceden söylemediniz, suçumu da söylemediniz” dedim.
“Suçlu olman gerekmiyor ama gene de sen suçunu bizden iyi bilirsin.” denildi.
Önce çok üşüdüğümü anımsıyorum. Giderek iç ateşim yükseldi ve artık üşümedim.
Ekmek elden su göldendi ama ben “gayri memnun vatandaş”tım, tam nankör.
Zaman geçtikçe hiç bilmediğim tatlarla tanıştım. Bunların başında, mutlaka birinin yardımıyla, her defasında ölüp ölüp dirildiğim tat var. Bağımlıydım bu tatlara ve bu nedenle gayri memnundum; tam nankör.
Kalabalık bir sefine burası.
Sefinenin benden rahatsızlığını epey sonra anladım, aramızda bir husumet başladı. Ona: “Ben istemedim! ben istemedim!” diye bağırdığımı anımsıyorum en son.
“Düzenimi bozuyorsun” diyordu. Ve bıçağın kemiğe dayandığı bir an beni saatte 1670×108000 km. hızla, Yaradan’a sığınıp fırlattı üzerinden. İş bu üçüncü yerimde ne kimse kimseden bir şey istiyor ne de kimse kimseye, birbirini minnet altında bırakacak tatlar sunuyordu. Nankör olmaktan kurtuldum.
3.
Sonunda beklenen gün geldi. Salon tıklım tıklımdı. Biletler bir ay öncesinden tükenmişti. Koroyu, konseri ben yönetecektim. Bismillah deyip başladık. Açış faslı bitip ilk tarihi hicaza başladığımızda, yaylılar Çin müziği yapmaya başladı. Nefesliler Hint. Koro Tom Jones’un “delila”sını okumaya başladı. Ritm saz, İspanyol ritmi atmaya başladı. Korodan biri öne çıkıp sirtaki dansı yaptı. Ben de elimdeki batonu havalara atıp tutuyor, bacak aralarımdan geçiriyordum. Salon alkıştan yıkıldı. Konser bitip seremoniden, kutlamaları kabul ettikten sonra eve dönmek için arabamı bıraktığım yerde bulduğum aynı renkteki ata bindim. Deveye binmiş bir Pakistanlı ağdalı bir selam verdi geçerken. Gecenin bu vakti kalabalıktı. Biri yüklü at arabasının atını, karı eziyetinden çekmenin öcünü alır gibi acımasızca kamçılıyordu. Eve geldiğimde karım Japonca, dört çocuğumdan her biri İngilizce, Arapça, Korece ve Finlandiyaca konuşuyor, kedim Keltçe havlıyor, köpeğim Rusça miyavlıyordu.
Bense ahrazdım.
4.
Bütün kıtalar, yani kara yanıyordu ve göğsümün sol içinde bir güvercin besliyordum.
Amerikalılar aya uzay aracı gönderiyor, fabrikaların bacalarından dışarı su fışkırıyordu. Herkes evleniyor, boşanıyor, yiyip içip işlerine dönüyordu.
Başından beri bilirdim; bu ateş, bu yangın bana göre değildi.
Kıyıya geldim bir gün, okyanus kıyısına. Yangından etkilenmiyordu, serin bir rüzgârı vardı. Masmavi, durgun. Güneş, üzerinde benzersiz resimler yapıyordu.
Budur, dedim ve açıldım. Göğsümdeki güvercini güvence altına almıştım. Ne kadar farklı, ne kadar muhteşem bir dünyaydı deniz.
Sahilde bir hanımefendinin sigara yaktığını gördüm. Elindeki yanan kibriti denize fırlattı ve tüm okyanus tutuştu. Meğer benzinmiş.
“Güvercinim! Güvercinim!” diye ağladığımı anımsıyorum.