– MEHMET GÖREN
*
Köyde tek başına yaşayan yaşlı bir nine vardı. Masalcı Nine derlerdi. Her gün masal anlatırdı çocuklara, gençlere…
Kumaş fistan giymişti Masalcı Nine. İpe bağlanmış gözlüğünü bir eliyle tutarken öbür eliyle lambayı masaya koyuyordu. Gaz lambasının gazı bitmiş, camı is tutmuştu. Lambanın camını çıkardı, sonra fitilin yanmış ucunu körelmiş makasla kesti. Lambanın deposunu gazla doldurdu. Üç oğlu olmasına rağmen tek başına yaşıyordu, rahmetli kocasından kalma evde… Çocuklarını, rüzgâr oraya buraya savurmuştu. Lambanın şişesini silip parlattı. Sonra, lambayı her zamanki yerine asarken ayağının yanından sürünerek bir şey geçti. Baktı ki kedisi. Tek arkadaşı, tek can yoldaşı…
Güneş iyice çekilmiş, hafiften bir poyraz çıkmıştı. Macunsuz ve kırık camlar bezgin, öfkeli bitkin tıkırtıyla sarsılıyor, camların aralarından, tahtaların yarıklarından serin, keskin esintiler giriyor, tavanın her bir yerinden toprak serpiliyordu. İçeri giren esintilerden üşümüş olacak ki hemen göçmen sobasına biraz önce dışarıdan topladığı ıslak çalıları yerleştirdi ama bunları tutuşturmanın kolay olmadığını bildiği için dirseklerinin üstüne çöküp üflemeye başladı öksüre, hapşıra… Islak çalılar nazlanarak ateş aldı. Göçmen sobanın üzerine içi yarı yarıya su dolu güğümü koydu güçlükle… Hava kararmaya yüz tutmuştu. Biraz önce tahta rafa astığı gaz lambasını alarak fitilini yekindirdi, sobada tutuşturduğu bir çöple fitili ateşledi ve pencere kenarına oturup, cırcır böcekleri ve kurbağaların seslerini dinlemeye ve ayın yeryüzüne teşrifini izlemeye başladı.
Tastaki bulguru bir tepsiye boşalttı. Gaz lambasının ışığı altında bulgurun içindeki ufak taş parçalarını ayıklamaya başladı. Kolay değildi tek başına yaşamak. Önünde bir umut yoktu. Geride yere altın yapraklarını sermiş bir güz manzarası uzuyordu. Gözleri buğulandı, akıttı yaşlarını. Gözlüğünü düşürmemek için itinayla çıkardı ve entarisine sildi. Eski günler, çocukları, kocası film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti.
Zamanı geçirebilmek için bir şeylerle uğraşmayı seviyordu. Hayatı tarlada, bahçede, çok ağır işlerde geçtiği için şimdi yaptığı ufak tefek işlerden yorulmuyordu. Onu yoran unutulma ve terk edilme haliydi. Yaşlı bir kadın tek başına, temiz ve saf… Çocukları uğramaz olmuşlar. Belki yılda bir… Ateş almaya gelen komşu gibi… Ana nasılsın? Torunlar öperler ebelerinin elini… Bir şeyler bırakılır. Torunlara sarılacak olsa gelin müdahale eder. Zaten gelmeleri ile gitmeleri bir olur. Ona da razı…
Artık yılda bir de gelmez olmuşlar. Ortanca oğlunun küçük kızı Sinem her ay mektup yazardı. Sıhhatli olduklarını öğrenmek, alnı çile çizgilerini koruyan Masalcı Nine’nin yüzünü güldürüyordu. Rüzgârın hırpalamasından bile sakındığı, dokuz ay karnında taşıdığı evlatlarıydı ne de olsa. Mektup gelince komşunun küçük kızı ilkokul dörde giden Meryem’i çağırır, mektubu ona okuttururdu. Okuması şiir gibiydi. Mektup bittikten sonra Meryem’e şeker verir, ondan helallik isterdi.
Mindere varıp uzandı. Dalar gibi oldu. Tatlı bir rüya, eski günlerden parça parça kesitleri, göz kapakları aralığından yere düşüyor; onları büyütüyor, uzatıyor, bir ömrün kesik kesik soluk alışı gibi havaya yayılıyordu. Oda, geçmiş zamanın hükmü altına giriyor, pencereden içeri vuran kuvvetli yaz gününün ışığı, bir ışıldak gibi, parlak kara ve ak lekeleri birer hatıra yaprağı gibi şuraya buraya saçıyordu.
İkindi ezanının sesi ile irkildi. Dalmış olduğu maziyi buruk terk etti. Namaz vakti gelince çalar saat gibiydi. Seccadeyi bulup bir köşede namazını kılar, ellerini gök semaya açıp dua ederdi. Duanın içinde evlatları ve torunlarını ihmal etmezdi.
Koyu kırmızı kadife renginde güllerle kuşatılmış bahçesinde çiçeklerine itinayla bakardı. Domates, biber, hıyar, havuç vs. sebze ekerdi bahçesine evlek evlek… Kimseye muhtaç olmadan geçimini sağlardı. “Elim ayağım tuttuğu müddetçe çalışırım.” derdi. Sırtı tutuluncaya kadar bahçesinin taşlarını ayıklardı teker teker elleriyle… Daha bir gün “offf!” bile demedi. Bütün bu yaptıklarından ve çalışmaktan ayrı bir haz alıyordu. Ektiği sebze çitilleri tenekeyle getirdiği suyla sulardı.
Masalcı Nine bir defasında, yine öğle sıcağında bahçeye yığılıp kalmaz mı? Masal anlatma zamanıydı. Genç kızlar Masalcı Nine’nin yerde yüzükoyun yattığını görünce hemen analarına haber verdiler. Masalcı Nine dizlerini karnına çekmiş, inleyerek sere serpe yatıyordu yerde. Yüzü tere bulanmıştı, terler çenesinden bulgur bulgur yere akıyordu. Benzi sararmıştı. Soluk alıp vermede zorlanan Masalcı Nine’yi koltuklarının altından tutarak evine götürüp yere bir döşek serdiler, sırtüstü yatırdılar, başının altına da yastığı koydular. Zaten zayıf, kuru, incecik bir bedeni vardı. Yüzünü soğuk su ile ovarak ayıltmaya çalıştılar. Çocuklar, “Masalcı Nine’mize bir şey olmasın.” diye ellerini açmışlar dua ediyorlardı. O körpecik bedenleri de tir tir titriyordu.
Masalcı Nine birkaç dakika sonra kendine gelir gibi oldu. Herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Çocuklar ninenin iyi olduğunu gördükten sonra evlerine gittiler. Mahalleden birkaç genç kız da orada kaldı nineye bakmak için…
Masalcı Nine kendine geldikten sonra genç kızlara bir de masal anlattı. “Bir tarihte bir oğlan, bir kız, bir ana-baba varmış. Ana baba zenginmiş. Ana, baba ve oğlan ticaret için başka şehre gidiyorlar. Komşularına eve sahip çık, kızımıza da göz kulak ol, diyerek yola koyuluyorlar. Komşu adam bir gün komşu kadına, “Bu kızı bana ayarla, ne istersen veririm.” diyor. Kadın para lafını duyunca hemencik kabul ediyor. Aralarında bu işin nasıl olacağını da konuşuyorlar. Bir gün kadın kızın yanına gelerek “Hamama gidiyorum, gel beraber gidelim.” diyor. Kızcağız da masum, saf… Nerden bilecek kendine tuzak kurulduğunu. “Tamam.” diyor. Birlikte hamama gidiyorlar. Kız hamama girince kendilerinden başka kimsenin olmadığını görünce şüpheleniyor ama iş işten geçiyor artık. Kadın kızı hamamda bırakıp gidiyor. (Adam o gün hamamı kiralamış.) Kadın gidince adam giriyor içeri. Kız ne kadar etme, tutma dese de adamın kötü niyetinden geçeceği yok. Adama, “Seni çimdireyim, ondan sonra ne yapacaksan yap.” diyor kız. Adamı sabunlarken takunya ile olanca hızıyla kafasına vuruyor. Adam yere düşüyor, kalkmaya çalışsa bile sabun kaçmış gözünü açamıyor ve ayağı kayıyor, tekrar yere yuvarlanıyor. Kız hamamın anahtarını alıp, kaçıyor.
Adam kızı elde edemeyince babasına haber salıyor. “Kızın her gün bir erkeği eve alıyor. Kötü yolda. Komşu dayanamadım, haber göndermek zorunda kaldım.” diyor. Baba, oğluna “Memlekete ne yüzle varayım, git namusumuzu temizle.” diyor.
Oğlan evlerine geliyor.
Kız kardeşine olup biteni anlatıyor.
Kız da abisine anlatıyor başından geçenleri.
Oğlan kız kardeşine inanıyor.
Oğlan, “Babamı, anamı ikna etmek zor.” diyor kız kardeşine. Oğlan bir av vuruyor. Kız kardeşinin eteğinden bir parçayı da vurduğu hayvanın kanına sürüyor.
Babasına, “Öldürdüm.” diyerek eteğin kanlı parçasını gösteriyor.
Kız bir pınarın yanına varıyor. Dibindeki ağacın tepesine çıkıyor. Geceyi ağacın tepesinde geçiriyor. Sabah bey oğlu atını sulamaya geliyor. Kendisi de su içmek için pınara eğilince ağaçtaki kızın şavkı (gölgesi) düşüyor suya. Kızın güzelliği karşısında ayaklarının bağı çözülen bey oğlu yıldırım aşkına tutuluyor. Kızı köylerine götürüyor ve evleniyorlar. Üç çocukları oluyor. Kızı ahraz (dilsiz) sanıyorlar çünkü kız hiç konuşmamış! Kız bir gece çocuğu ağlarken ninni söylüyor. “Benim de anam babam vardı.” diyor. Bunu kocası duyuyor. Babasının yanına koşuyor. “Baba, gelinin konuştu.” diyor. Babanı görmeye gidelim, diyor koca. Kızın “Tamam!” demesinden başka çaresi kalmıyor. Koca, eşini ve üç çocuğunu at arabasına bindiriyor. Kölesi ile birlikte yola çıkarıyor. Ben birazdan size yetişirim, diyor. Arabayla epey yol alıyorlar ama kocası hala görünürlerde yok. Gece olunca köle, kıza benimle olmazsan çocuğunun birini keserim, diyor. Kız kabul etmiyor. Köle çocuğun birini öldürüyor. Benimle ol yoksa çocuğunun birini daha öldürürüm, diyor. Kız yine kabul etmiyor; köle, çocuğunun birini daha öldürüyor. Üçüncü çocuğu da öldürüyor. “Benimle olmazsan seni de öldürürüm.” diyor. Kız, “Su yoluna gitmem gerek, izin ver.” diyor. Köle, kızın kaçmaması için kendine göre bir tedbir alıyor. Kızın parmağına ip bağlıyor. Kız çalının arkasına geçince parmağındaki ipi çıkarıyor, bir çalıya bağlıyor. Kız oradan kaçıyor.
Köle geri dönüyor.
“Ben uyurken kaçıp gitmişler, dağdan gelen dağa gider.” diyor. Adam köle ile birlikte eşini aramaya çıkıyor.
Kıza bir çoban rast geliyor. Kız, çobana “Elbiselerimizi değişelim.” diyor. Başına işkembeyi (deriyi) geçiriyor, kel görünmek için. Keçeyi de sırtına atıp, doğru babasıgilin çiftliğine varıyor. Tanımıyorlar. Babasıgile kaz çobanı duruyor.
Kocası ile köle, babasıgilin evine misafir oluyor. Komşu adam da geliyor. Hikâye anlatalım, diyorlar. Hepsi anlatıyor, sıra kıza geliyor. Kız benim anlatacağım hikâyenin bölünmesini istemem, bölerseniz anlatmam, diyor. Oradakiler merak etmişler çobanın anlatacağı hikâyeyi, “Tamam!” demişler. Hatta ihtiyaçlarını bile dışarı çıkıp görüp gelmişler.
Kız hikâyeyi anlatmaya başlıyor. “Zamanın birinde bir baba, ana, oğlan bir de kız varmış. Kızı komşularına emanet edip ana, baba ve oğlan gidiyorlar, bunlar gider gitmez emanet edilen adam, kızı bir kadına para verip, hamama götürüyor. Orada kızı kirletmeye yelteniyor. Kız, adamın kafasına vurup hamamdan kaçıyor.” dediğinde komşu adam, “Ben gidiyorum.” der. Kızın kardeşi olayı bildiği için komşusuna, “Otur yerine!” der. Sonra kölenin olayını anlatıyor, çocuklarını niçin öldürdüğünü, nasıl kaçtığını anlatınca köle, “Dışarı çıkacağım.” der. “Dışarı çıkmayacağımıza söz verdik, otur yerine!” denir. Kız hikâyesini tamamlayınca başındaki işkembeyi (deriyi) çıkarıyor. “İşte bu kel oğlan, o kızdır. Onlar da bunlardır.” diyor. Yakalıyorlar. Adalete teslim ediyorlar. Cezalarını çekiyorlar.
Onlar da mutlu bir hayat sürmüşler… Ninenin üç odalı kerpiç bir evi vardı. Kapıdan girer girmez genişçe bir salon, bu salonun yan tarafında iki ayrı kapılı iki oda daha vardı. Bu salonun duvarlarında göze ilk çarpan, duvardaki kalbur ve yanındaki kendirdi. Yerde duvar boyunca dizilmiş geçen yıldan kalma bulgur, un telisleri duruyordu. Duvara çakılan tahta rafın içine salça, turşu bırakılmıştı. Duvarlar badanalıydı, temiz bir evdi. Bu odaların birini yatak odası, diğerini oturma odası olarak kullanıyordu. Çocuklara oturma odasında masal anlatırdı hep. Yatak odasının penceresi küçüktü, buradan içeriye tozlu bir güneş sızıyordu. Bu ışığın odayı pek aydınlattığı söylenemezdi ama yetersiz de sayılmazdı. Her ne kadar badanalı ve temiz görünümlü de olsa toprak ev olduğu için kerpiçlerin şurasından burasından fırlamış saman parçaları göze çarpıyordu. Bağına gidip gelirdi. Köye fazla uzak da sayılmazdı. Bağa varana kadar yorgun düşerdi ama daha hayıflandığı olmamıştı. Bağların olduğu yerde çeşme vardı. Buz gibi elini yüzünü yıkar serinlerdi ağustosun sıcağında… Su yalnız yüzündeki tozu, toprağı, teri değil içindeki yalnızlığın sıkıntısını da alıp götürürdü.
Bağın teyeklerinden yeni yeten ya da yetmek üzere olan üzümlere bakardı. Üzümler sararmış, salkımlar diri ve uyanıktı, sıkı sıkıya sarılmışlardı dallarına… İtinayla keserdi üzüm salkımlarını. İki sepetin birini kendisine ve mahalledeki çocuklara ayırır, diğer sepeti de ihtiyaçları karşılamak için haftada bir kurulan halk pazarına götürüp satardı.
Teyeği kaldırdı, bir kuş pırr… diye uçtu. Yüreği ağzına geldi. Teyeğin üzerine kuş yuva yapmış, üç tane de yumurta bırakmıştı. O teyekten üzüm koparmadı, hemen uzaklaştı ki kuş, yumurtalarının yanına gelsin diye. Öyle de oldu. Teyeğin yanından uzaklaşınca kuş tekrar gelip yuvasına kondu.
Uzaktan ezan sesi, arada bir rüzgârın kesilmesiyle kırık kırık geliyordu. Çeşmeden abdestini aldı ve namazını kıldı.
Nine hem iniyor hem de titrek sesiyle yanık bir türkü söylüyordu. Bu, ne uzun havaya, ne de maniye benziyordu. Her sözünde, her notasında yanık ve içli bir titreyiş vardı. Türküden çok bir destana benzeyen bu havayı dinlerken insan iliklerine kadar titrerdi.
Ay; tertemiz, kalaylı bir tepsi gibiydi. Ay, dağların üstüne yükseldiğinde o, evinin yolunu tutardı, sırtına yüklendiği dal parçalarıyla birlikte… Tek tük görünmeye başlayan yıldızlara selam göndermeyi ihmal etmezdi.
Yanmış teni güneşte bakır gibi parlardı. Zayıftı ama dayanıklıydı bu yaşına rağmen. Ne de olsa eski topraktı.
Dal parçalarını yere bıraktı. Alın terini sildi. Birden gök gürlemeye, yağmur taneleri tek tek düşmeye başladı. Dal parçalarını yerden aldı. Yağmura yakalanmamak için hızlı adımlarla köyün yolunu tuttu ama yağmur hızını arttırmıştı. Sığınacak bir yer bulmalıydı. Yoksa sırılsıklam olacaktı. Dere yatağındaki köprünün altına indi. Yağmur geçene kadar burada kalacaktı. Zaten köye yakındı. Bir çırpıda eve varırdı.
Yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Dineceğe de benzemiyordu. Yorulmuş olacak ki, topladığı çalıların üstüne oturarak sırtını köprünün ayağına verdi.
Köylülerin sesleri yankılanmaya başladı. Herkes avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kimileri de tüfeklerini ateşledi fırsat bu fırsat diye…
“Sel geliyor, sel!”
“Kaçın!”
Ne seldi ama… Önüne çıkan her şeyi sürüklüyordu. Kocaman ağaçları bile kökünden sökmüştü.
Masalcı Nine yorgunluktan uyuyakalmıştı köprünün altında. Ne selin gelişini gördü, ne de köylülerin bağırtısını duyabildi.
Masalcı Nine’nin cesedini çocuklar bulmuş. Bir ağaç köküne asılı kalmış.
Masalcı Nine’nin çocukları, torunları gelmişlerdi cenazeye. Sürekli mektup yazan Masalcı Nine’nin torunu Sinem, babasına ve annesine, “Siz yaşlanınca ben sizi yalnız bırakmam!” dediğinde annesi ve babası yüzlerini yere eğdiler. Eğdiler ama iş işten çoktan geçmişti.