*AYŞENUR AKIN
*
‘’Tek bir yalnızlık vardır: O da yalnız kalamamaktır, tamamen onunla olamamaktır.’’ diyor Cemil Meriç. Peki, ne demek istiyor? Biz gerçekten yalnızlık dediğimiz şeyi tam anlamıyla yaşıyor muyuz? Yoksa yalnızlıkla aramıza giren başka iyeler de mi var? “Bir ben vardır benden içeri.’’ diyen Yunus’un sözüne içerlenmeli mi? Belki de içimize tıktığımız ve onlara kulağımızı tıkadığımız bir “Ben’’ içerlemiştir bize. Olamaz mı? Yalnızlığımızla bize iştirak eden kalabalığımızın elinden tutmalı ve gönlümüzün kuyularına, kuytularına attığımız nice Yusufları gün yüzüne çıkarmalıyız diyorum. Belki o zaman dejenere olmuş güzelliklerimizin ne bir kılıfa ne de bir maskeye ihtiyacı olur.
Modernize olmaya temâyül edenler: “Biz modern olmalıyız!’’ lafını pelesenk edip batırıyorlar dillerinin çuvaldızını kafalarını kaldırdıkları her yere. Sekülerizmin altın çağını yaşadıklarından iftihar edip özüne batırılmamış sarı bir tenekeyi asıyorlar boyunlarına medeniyet madalyası diye. Tüm seçkin kalabalıklar, topluluklar içinde: “Ben artık yalnız değilim.’’ yalanını yamıyoruz dilimize. Şimdi soruyorum: Şehirlere sıkışmış, metropoller arasında ezilmiş; bir çocuğun dirseklerinden, dizlerinden silinen o masum yaralar mıydı yalnızlık?
Camekânların, alışveriş merkezlerinin, şirketlerin, çok katlı gökdelenlerin içine sığdırılmaya zorlanmış o büyük yalnızlıklar, içimize yerleşerek Bohemyalarını ölü topraklara inşa etmekteler. Bedenimiz bize emanet bırakacak yerlerimize öyle kötü şeyler doldurur ki ruhumuzun anahtarını hep aynı paspas altında saklamak zorunda kalırız. Yalnızlık denilen şey bu olmaz diyorlar. Halbuki kabalaşıyoruz, kalıplaşıyoruz, kalabalıklaşıyoruz bir kaos yaratırcasına. Birbirlerini kemiren oburlarımızın diline sahip çıkamıyoruz; ilişkilerimiz sıska ve güdük kalıyor. Bu bir bunalımdı. Lime lime edilmiş ruhlarımızın bir yerlere takılıp kalmış tarafıydı. Bir yanımızdan teyellenmişken bir daha hiç çözülemeyecek kadar kör bir düğüm müydü bu yalnızlık?
Yalnızlık her yerde… Spot ışıklarının altında bile var. Bir pandomima sanatçısını yahut bir palyaçoyu hayal edin; perde açılır, oyun başlar. Sahne kalabalıktır. Alkışlanırsınız, kıvanırsınız. Böylece: “Ben artık kıvamıma geldim.’’ dersiniz. Oyununuz bitmiş, büyük perdeler çekilmiştir yüzünüze. Son perde de oynanmıştır. Salon boştur artık. Sahnede sadece siz varsınızdır, bir de spot ışıkları… Birazdan onlar da söner ve bu sefer de başka bir oyun sergilenir. Sahte kalabalığınızın gölge oyunlarıyla baş başa kalırsınız. Trajedisi de vardır yalnızlığın, komedisi de… Çünkü hepsi kalabalığımızın bizden uzaklaşma serüvenini anlatır. İçimizdeki kayıplar, Gratel’in yollara döktüğü ekmeklerden evin yolunu bulabilme parodisini yaşar. Hâlbuki insanın ilk macerası, kendi merkezine yolculuk etmeyi hâsıl eder. İçten içe bir seyr ü sülûk halidir kendimizi kendimize getiren.
Yollarımıza koyduğumuz taşlardan da ellerimizi koyduğumuz taşlardan da haberdar değil miyiz aslında? Ne zaman yalnızdık biz? Yazarken yalnız mıydık? Yazdıklarımızın kaderini kalemimizle yaşamıyor muyduk? Hermann Hesse’in dediği gibi: “Yalnızlık, alın yazımızı kendi kendimize ulaştırmak için başvurduğumuz yolumuzdur.’’
Ne zaman yalnız kaldık biz? Ahmet Cemil Lamia’ya kavuşamadığında baran-ı elması yalnız bırakmış mıydı onu? Samim Simeranya’ya kaçtığında kendi ile karşılaşmamış mıydı yine? Yalnızlıkta kendi cümlesi bile eşlik ediyor insana diyor Nuri Pakdil. Bizimle hem dem olanları, içimize sokulanları elimizin tersiyle öyle itiyoruz ki: “Artık tamamen özgürüm!’’ yalanını uyduruveriyoruz. Hâlbuki kalemi elimize aldığımızda başlıyor hengâme; kimler kimler musallat oluyor bize. Çekişip çekiştiriyoruz yakasına yapışarak: “Sen de nereden çıktın şimdi?” diye sitemimizi de eksik etmiyoruz kelimelerimize.
‘’Birbirimize kıyamet kadar yakın, kıyamet kadar uzak; ama kıyametler içindeyiz.” diyor Exupery. Araf’ta mıyız bir bakıma? Kıyametler içinde bizi kendimize getiren bir sûru bekliyor kulaklarımız.
Kimi zaman birileri ile kesişti yolumuz. Hayatımızın çıkmaz sokaklarına çıkanlar da vardı, bizi avucunun içi gibi bilenler de… Şimdi diyorum ki: Ne çok tanımışlar beni, yalnızlık dediğim şu kalabalık hanemde. Soframda böldüğüm ekmeğime katık, sırtımda taşıdığım bohçama azık oldular. Seriyorum örtüsünü hayatın mükellef sofrasına, doyuruyorum her gün doğan yalnızlarımı: Bölüşüyoruz içimden gelen ne varsa!