“Uluğ Türkistan”dan Anadolu’ya geldiğimiz günden beri, gurbet sözü hep hüzün vermiştir bize… Yıllar yılı “sıla”, deyince, Ötüken’den esen yellerle gönül tellerimizi titreten hasret dolu duygular gelip oturmuştur yüreğimize… Çünkü “gurbet”; “Ata yurdumuz”dan ayrılırken dûçâr olduğumuz ve asırlardan beri hiç dindiremediğimiz hazin bir melâl ve târifsiz bir sızıdır içimizde… Tıpkı Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’nin ilk beytinde; “Bişnev in ney çün şikâyet mîküned / Ez cüdâyîhâ hikâyet mîküned” (Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede) diye dile getirdiği duygular ve “hicran acısıyla şerhâ şerhâ olmuş bir kalp” gibi, bizler de gurbet ellerde, sıla derdi ve yâr hasretiyle çok uzun senelerdir “Âh mine’l-fîrâk” diye inlediğimiz için gurbet tem’ası çok geniş bir biçimde edebiyatımızda yer almış, sıla ve gurbet kavramları da Türk’ün yürek sesi olan türkülerimizin “kader torbasındaki” alın yazısı olmuştur.
Âşık Veysel; “Ben gidersem sazım sen kal dünyada / Gizli sırlarımı âşikâr etme /
Lâl olsun dillerin söyleme yâda / Garip bülbül gibi âhûzâr etme” diye “Pençe vurup sarı teli” konuştururken “Benim her derdime ortak sen oldun / Ağlarsam ağladın, gülersem güldün” diyerek, sazın ve türkülerimizin bu aziz milletin tarihî yoldaşı, gönül arkadaşı ve kadim bir sırdaşı olduğunu dile getirmiştir. Türk’ün gönül zenginliğinin Türkçe ifâdesi olan, millî musîkîmizin bütün özellik ve güzelliklerini yüreğinde taşıyan türkülerimiz, Türk milletinin gönül bahçesinde yetişen en nadide güllerdir…
Türk’ün ruh kökünden mayasını alan, “mukaddes yükün hamalı” olan ve beşikle mezar arasındaki hayâtımızın her hâlinin hâsılasını oluşturan türkülerimiz; “Gönül gergefimizde nakış nakış işlenmiş bir ruh asâletinin tablosudur.” Bu “asâlet tablosu”ndan yansıyan hayatın bütün renklerinin ve desenlerinin muazzam bir âhenk içinde billurlaştığı türkülerimizde gurbet duygusundaki hüznün, yâr ve sıla hasretinin ayrı ve ağırlıklı bir yeri vardır. Gurbet türkülerinin tedâî ettiği mânâlar içimize “bir top ateş” düşürürken, kalplerimizden bir şeyler koparmaz mı? Âşık Kerem’in Erzurum dağlarında kışa tutulup hastalanınca, Aslı’ya hitâben yaktığı türküde; “Bir han köşesinde kalmışım hasta / Gözlerim kapıda, kulağım seste / Kendim gurbet elde, gönlüm sılada / Gelme ecel gelme, üç gün ara ver / Al benim sevdâmı götür yâre ver” demesi bizleri hudutsuz iklimlere götürmez mi? “Yeşil kurbağalar öter göllerde / Kırıldı kanadım kaldım çöllerde / Anasız babasız gurbet ellerde / Ya ben ağlamayayım kimler ağlasın / Şu mahzun gönlümü kimler eğlesin / Eğin viran olmuş bülbül ötmüyor / Ağam ırak yolda elim yetmiyor / Sayı tutam dedim sayı yetmiyor / Gel ağam gel ağam tez gel sılaya / Sen gelmezsen ağam gelem oraya” diye dertli dertli söylenen o Kemâliye uzun havasının dizeleri ve ezgileri bizlere ne de çok şey anlatmaz mı? “Erzurum Dağları kar ile boran / Aldı yüreğimi dert ile verem” diye başlayan bir başka uzun havamızın; “Dört yanımı gurbet sardı tel ilen / Yaslı yaslı bayram yaptık el ilen / Göz göz oldu yaralarım dil ilen / Yaramı sarmaya derman bulamam” sözleri ve nağmeleri bayramı gurbette yaşayanların yüreklerini kanatmaz mı? Sıladaki yakınlarından ve yârinden haber bekleyenlerin hâlet-i rûhiyesini dile getiren ve “Çiçekler içinde menekşe baştır / Güzeli gösteren göz ile kaştır / Gurbete gidiyom mektup ulaştır / Mektup ile konuşalım bir zaman” diyen Silifke türküsü, gurbetin verdiği hasret duygusunun yakın zamana kadar mektuplarla giderildiği gerçeğini çok yalın ifâdelerle yâd etmez mi?
Gönlümüze ve rûhumuza hitap eden türkülerimiz; kimi zaman hicrânın vuslata dönmediği hazin aşk hikâyelerini, kimi zaman da gurbet ele giden vefâsız sevgiliye yapılan sitemi “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun / Gördün güzelleri beni unuttun / Sılaya gelmeye yemin mi ettin / Gayrı dayanacak özüm kalmadı / Mektuba yazacak sözüm kalmadı / Yarim sen gideli yedi yıl oldu / Diktiğin fidanlar meyvalar verdi / Seninle gidenler sılaya döndü / Gayrı dayanacak özüm kalmadı / Mektuba yazacak sözüm kalmadı” dizeleriyle dile getirmiştir. Türkülerimiz; okuma yazması olmayıp, hâlini dile getirmek için bir başkasına mektup yazdıran; “Kurban olam kalem tutan ellere / Kâtip arz u hâlim yaz yâre böyle” diyenlerin duygularına da tercüman olmuştur. Nesilden nesile sözlü nakillerle intikal eden ve zaman içinde bâzı değişikliklere uğrayarak anonimleşen türkülerimiz; “Maraş’ın içiden bir çeşme akar / İçerim içerim ciğerim yakar / Şimdi garip anam yollara bakar / Öldü diye haber verin sılama” diyerek gurbet elde son nefesini veren, ana hasretini ve memleket özlemini tâ yüreğinin başında duyan insanların serencâmını da kendi lisânınca anlatmıştır. Karacaoğlan’ın çok veciz bir biçimde ifâde edip, “Şu dünyada üç nesneden korkarım / Biri gurbet, bir ayrılık, bir ölüm / Hiç birinden hasta gönül şen değil / Biri gurbet, bir ayrılık, bir ölüm” dediği “gurbet, ayrılık ve ölüm” gerçeği de türkülerimizde ağırlıklı olarak işlenmiş; “Duman almış mezerimin üstünü / Kömür gözlüm bilmem bana küstü mü / Ahbaplarım benden ümit kesti mi / Konma bülbül konma daldan ayrıyım / Sâde daldan değil yârden ayrıyım” mısrâlarıyla; sazlıktan ayrılan neyin feyâdı gibi, genç yaşında bu dünyaya vedâ eden bir delikanlının hikâyesi de türkülerimizde çok içli söz ve nağmelerle terennüm edilmiştir.
İçimizde yaşanan gurbeti, gurbetin hasret tüten acısını, gariplik duygusu veren yalnızlığını, sıladan gelen yâr kokulu, memleket kokulu esintilerini tâ yüreğimizin başında türkülerimizle duyarız. Gurbet elde kalan, yârini çok özleyen ve onun hastalandığını duyan bir sevdâlı; “Şu uzun gecenin gecesi olsam / Sılada bir evin bacası olsam / Dediler ki nazlı yârin çok hasta / Başında okuyan hocası olsam” diye inlerken, bir başkası da; “Döndüm daldan düşen kuru yaprağa / Seher yeli dağıt beni, kır beni / Götür tozlarımı burdan uzağa / Yârin çıplak ayağına sür beni / Ayın şavkı vurur sazım üstüne / Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne / Gel ey hilâl kaşlım dizim üstüne / Ay bir yandan sen bir yandan sar beni / Yedi yıldır uğramadım yurduma / Dert ortağı aramadım derdime / Geleceksen bir gün düşüp ardıma / Kula değil yüreğine sor beni” sedâsıyla “bir beste türkü” formunda âsumânı inletmiştir.
Çâresizlik, işsizlik ve fakirlik sebebiyle gurbete düşenlerin “gam gasavet” dolu duygularını da; “Yokluk beni mecbûr etti / Gurbeti ben mi yarattım / Gençliğimi aldı gitti / Gurbeti ben mi yarattım / Ne mektup, ne haber aldım / Yurdumdan, yuvamdan oldum / Her şeyime hasret kaldım / Gurbeti ben mi yarattım / Akşam olur gölge basar / Umuduma yeller eser / Yokluk imkânımı keser / Gurbeti ben mi yarattım” diyen türkülerimiz dile getirmiştir. Gurbet elde yakılan türkülerimiz kimi zaman ; “Şafak söktü yine sunam uyanmaz / Hasret çeken gönül derde dayanmaz” diye efkârlanmış; kimi zaman “Bir seher vaktinde indim bağlara / Eser şeydâ bülbül dil yârelenir / Bakmaz mısın şu sînmde dağlara / Derdimi söylesem dil yârelenir” diye âh etmiş, kimi zaman; “Hazin hazin esen seher yelleri / Hiç bülbül öter mi gül olmayınca / Her âşık dünyadan murâd alamaz / Yanıp ateşlere kül olmayınca” diye yakınmış, kimi zaman; “Ötme bülbül ötme şen değil bağım / Dost senin derdinden ben yanan yana / Tükendi fitilim, kalmadı yağım / Dost senin derdinden ben yana yana” diye iç geçirmiş, kimi zaman “Bir selâm gönderdim cânan eline /Acep şu günlerde yetişir m’ola / Bülbül de hasrettir gonca gülüne / Kavuşur da bir kez ötüşür m’ola” diye inlemiş, kimi zaman “Ben derdimi söyleyemem / Dilim yaralı yaralı / Bülbülüm amma ötemem / Gülüm yaralı yaralı / Aşk kitabını açamam / Akı karadan seçemem / Kanadım yok ki uçamam / Kolum yaralı yaralı” diye feryâd etmiş, kimi zaman “Başımda bir sevdâ döner / Ben yanarım kül olurum” diye sızlanmış, kimi zaman “Bugün sabah ile visâl-i yârdan / Bana bir haber var inceden ince” diye sevinmiş, kimi zaman “Tâze karlar yağmış karın üstüne / Bülbül figân eyler gülün üstüne / Dediler ki nazlı yârin el almış / Daha iflâh olmam bunun üstüne” diye kahr ü perîşân olmuş, kimi zaman “Pencereden kar geliyor / Gurbet bana zor geliyor / Sevdiğimi eller almış / O da bana ar geliyor” uzun havasıyla derdini türkülere dökmüş, kimi zaman “Gurbette ömrüm geçecek / Bir ufacık yerim de yok / Oturup derdim dökecek / Bir vefâlı yârim de yok” inkisârıyla hayıflanmış, kimi zaman “Gurbet elde baş yastığa gelende / Gâyet yaman olur işi garibin” diye sitemkâr olmuş, kimi zaman “Kömür gözlüm ataşına düşeli / Dîdem kan yaş döker, dili dâd eyler / Diyâr-ı gurbette hasret yarası / Bana senden bir başka kim imdâd eyler” diyerek sevdiğinin gönül yarasına ilaç olmasını beklemiş; kimi zaman “Erisin dağların karı / Geçti ömrümün bahârı / Ecel kapımı çalmadan / Durma gel ömrümün vârı” diyerek sıladan yârinin gelmesini beklemiş, kimi zaman da “Ağlama naçar babam / Kara gün geçer babam / Bir kapıyı kapayan / Birini açar babam / Allah büyüktür babam” diye ümidini Yüce Rabbimizden kesmediğini, aslâ kesmeyeceğini türkü diliyle ifâde etmiştir…
Türkülerimiz, kimi zaman cezâevlerinde yaşananları; “Mapushânelere güneş doğmuyor / Geçiyor bu ömrüm günüm dolmuyor / Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor” diyerek hüzün yağmurları içinde dile getirmiştir. Kimi zaman “Taş Medrese”lerdeki “Yusuf Yüzlüleri”; “Mapusun içinde üç ağaç incir / Elimde kelepçe, boynumda zincir” diye târif etmiş, kimi zaman “Şu metrisin önü bir uzun bir alan / Bir tek seni sevdim gerisi yalan / Senin hasretinle hücreme dolan / Bir tek seni sevdim gerisi yalan” dizeleriyle hissiyâtını fâş eylemişr, kimi zaman da “savcının oteli”nde yaşanılan hâl-i pür melâl; “Hapisâne içinde volta vuramıyorum / Aç kapıyı gardiyan burda duramıyorum” diye sazın tel ve perdeleriyle ortaklaşa terennüm edilmştir. Türkülerimiz kimi zaman; “Erzurum’dan çevirdiler yolumu / Beş on polis bağladılar kolumu / Ne bağlarsın polis benim kolumu / Ben bilirim mapushâne yolunu” feryâdıyla ahvâlini beyân etmiş, kimi zaman yaşadığı durumu “Düştüm mapus damlarına öğüt veren çok olur / Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur” diye anlatmış, kimi zaman da “Yıllar var ki yorgunum ben / Gökyüzüne vurgunum ben / Mahpuslarda durgunum ben” diyerek kader mahkumlarının yürek sızılarına da tercümân olmuştur. Ve kimi zaman; “Kurşun ata ata biter / Yollar gide gide biter / Mapus yata yata biter / Aldırma gönül aldırma” diyen türküler, solmaya yüz tutan umutlarını diri tutmak için mızrap olmuş, kimi zaman da “Yâr hayâli gözlerinden süzülenler” “Bitti mapus bitti, kuşlar gibiyim / Yaz bahara dönen kışlar gibiyim” diyen o içli türküleri gönül yaralarına merhem edip mahpesteki günlerini; gazellerle, tatyanlarla, uzun havalarla tamamlayarak “senelik paydan dakika düşülmeye” çalışmıştır.
“Kara gözlüm karlar yağdı başıma / Gözlerimden akan yaşlar sel oldu / Yüzlerimde şubat ayı esiyor / Gülmeyeli nice nice yıl oldu” diyenler; yükseklerde uçan “Telli turna”ya, “Allı turnam bizim ele varırsan” diye başlayan, “Duydum dost hârelenmiş / Yine gönlüm hoş değil” sözleriyle devam eden, “Hele yâr, zâlım yâr” dedikten sonra “Hangi bağın bağbanısan gülüsen / Aldın aklım ettin beni deli sen / Yüz yıl geçse gene benim malımsan / İsterem ki bir gün evvel gelesen” hükmünü dile getiren ve “Ağlama yâr ağlama / Mavi yazma bağlama / Mavi yazma tez solar / Yüreğimi dağlama” niyâzıyla biten dileklerini yâre ulaştırmak için, sevgiliye ucu yanık mektuplar gönderilirken, türkülerin o güzelim söz ve nağmelerinden de medet ummuşlardır… Türkülerimizde, cevâbı gelmeyen mektuplar için de; “Herkes dosta yazmış arzuhâlini / Benimkini ürüzgâra yazmışlar” diye sitemler edilmiştir. Türkülerimiz belki “Telgrafın tellerini” arşınlayamamış ama, “Nazlı yârden bana bir haber geldi / Eğer doğruyusa büktü belimi / Dediler ki yârin yâd eller almış / Kadir Mevlâm nasip eyle ölümü / Seher yıldızı, ayırdı bizi / Perişân eyledi dost ikimizi” sözleriyle derûnudaki duyguları, hâlini, niyâzını ve melâlini de türkülerin diliyle anlatmıştır. İnsanımız, “Makaram sarı bağlar / Kız söyler gelin ağlar / Niye ben ölmüşmüyem lo / Asyam karalar bağlar” türküsüyle ölmediğini yâre bildirip, “Ağlama ceylan balası” derken; bir başka sevdâlı da “Yüceden mi geldin sen seher yeli / Acep yârim ellerinen gezer mi / Solmuş derler gül benzinin iziği / Bugün yârim eskisinden güzel mi / O yâr beni defterine yazar mı” uzun havasıyla derdini türkülere dökmüştür, Bir başkası da “Beyaz giyme toz olur / Siyah giyme söz olur / Gel beraber gezelim / Muradımız tez olur / Salına da salına da gel / Haydi yavrum dön dolaş gene bana gel” türküsünü de hiç dilinden düşürmemiştir. Türkülerimiz kimi zaman; “Kirpiklerin ok eyle / Vur sîneme öldür beni / Bıktım dünyanın tadından / Vur sîneme öldür beni”; kimi zaman “Kirpiğin kaşına değdiği zaman / Bekletme sevdiğim vur beni beni / Sevdânın şafağı söktüğü zaman / Diyardan diyâra sür beni beni”; kimi zaman “Arkadaşlar benim derdim yeğindir / Ciğerimde fitil işler düğümdür / Hiç bilemem ne seattir, ne gündür / İki dağın arasında kalmışam / Bülbül gibi daldan dala konmuşam / Ne gün gördüm, ne de murad almışam Bülbül gibi âh-u zârı çekerim /Gözyaşını gül başına dökerim /Bu ne gündür zehir olsa içerim”; kimi zaman “Keklik gibi kanadımı süzmedim / Murad alıp doya doya gezmedim / Bu kara yazıyı kendim yazmadım /Alnıma yazılmış bu kara yazı / Kader böyle imiş ağlarım bâzı”; kimi zaman “Ey sevdiğim sana şikâyetim var / Ne sevdiğin belli ne sevmediğin / Ben de bir insanım bir de canım var / Ne sevdiğin belli ne sevmediğin / Senin ile böyle miydi ahdımız / Onun için vîran oldu tahtımız / Umudum yok, gülmez artık bahtımız / Ne sevdiğin belli ne sevmediğin” dizelerini içinde bulunduğu hâl-i pür melâli âşikâr etmek için söylemiş, kimi zaman “Seher yeli bizim ele gidersen / Nazlı yâre küstüğümü söyleme / Ne hâllere düştüğümü sorarsa / Bağrıma taş bastığımı söyleme” demiş, kimi zaman “Deli gönül hangi dala konarsın / Senin tutunacak dalın mı kaldı / Âh u feryâd ile niye yanarsın / Şu dünyada senin malın mı kaldı /Yerin yok, yurdun yok nerde kalırsın / Her yüze güleni dost mu sanırsın / Bunca derdi sen üstüne alırsın / Senin dert çekmeye halın mı kaldı” ezgisiyle kendi efkârını açıkça îtiraf etmiş, kimi zaman da “Odam kireç tutmuyor / Kumunu katmayınca / Sevda baştan gitmiyor / Yâr ile yatmayınca” türküsü dillendirmiştir.
Ana kucağının sıcaklığını hissetiğimiz türkülerimizde bâzen; “Gine efkâr bastı garip gönlümü / Neredesin kara gözlüm gel ha gel” uzun havasıyla vuslat özlemi dile getirilmiş, bâzen “Dost elinden gel olmazsa varılmaz / Rızâsız bahçenin gülü derilmez / Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez / Gönülden gönüle gider / Yol gizli gizli” diye cevap verilmiş; bâzen “Ellerini çekip benden / Yârim bugün gider oldu / Hem sever, hem sevilirdik / Bu ayrılık neden oldu” diye ayrılığın sebebini sorgulanmış, bâzen “Şu Fırat’ın suyu akar derindir / Yârimi götürdü kanlı zâlimdir / Daha gün görmemiş tâze gelindir / Ölem, ölem derdo ölem, tâze gelindir / Söyletmeyin beni anam yaram derindir” bir ağıt olup dile dökülmüş, bâzen de “Çaldığım saza mı yanam / Ettiğin naza mı yanam / Alım yâri yanıma / Kış yatam, yaz uyanam / Saza niye gelmezsen / Söze niye gelmezsen / Var gündüz kârın eyle / Gece niye gelmezsen / Vurgunam kara gözüne / Yandırma sevdâ közüne / Canımı kurban ederem / Sevdiğimin bir sözüne” mısrâlarıyla yârine söylemek istediği düşünceler ifâde edilmiştir.
Bir başka türkümüzde ise Suzan Suzi’nin sevinçle başlayıp çok hazin bir acıyla biten hikâyesi yüreklerimizi dağlar. Diyarbakır’da yaşanan bu hikâyeye göre; Süryânî bir âile yıllarca çocuk özlemi çektikten sonra Kırklar Dağı’ndaki yatırlara gidip arz-ı hâl etmelerinin ardından bir kız çocukları dünyaya gelir. Süryânî aile Suzan Suzi adına kurban kesmek için her yıl Kırklar Dağı’ndaki Kırklar Ziyâreti’ne gider. Son gidişlerinde Süryani Suzan Suzi, Âdil isimli Müslüman bir gence aşık olur ve onunla kaçar. Ancak bu durum âilesi tarafından kabul edilmeyip reddedilince güzeller güzeli Suzan Dicle üzerindeki On Gözlü Köprü’den kendisin nehre bırakarak canına kıyar. Âdil de sevgilisinin ölümüne dayanamaz ve ona kavuşmak ümidiyle aynı köprüden atlar… Bu hazin hikâye, dokunaklı sözleri ve ezgisiyle yürekleri yakan bir içli feryâda dönüşmüş ve “Kırklar dağının düzü / Karanlık sardı düzü / Ben öleydim Suzan Suzi / Ziyâret çarptı bizi / Köprü altı kapkara / Anne gel beni ara / Saçlarıma kumlar doldu / Tarak getir de tara / Köprünün orta gözü / Sular apardı düzü / Ben öleydim Suzan Suzi / Dicle ayırdı bizi” dizeleriyle her dinleyenin yüreğini dağlamıştır… Ve Suzan Suzi’nin hüzün dolu bu acıklı hikâyesini öğrenenlerin de gözlerine bir ebr-i nîsan oturmuştur.
“Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel gardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün” uzun havası, askerde yakını olsun olmasın herkesin gönül tellerini titretmez mi? “Asker yolu” bekleyip, “günü güne” ekleyenler nemli gözlerle; “Şu kışlanın kapısına / Mail oldum yapısına / Telli kurban bağlayayım / Asker yârin kapısına” türküsünü gözyaşı içinde terennüm etmez mi? ‘Serde erkeklik’ olduğu için ağlayamayanlar; “Yüce dağlar olmasaydı / Lâle, sümbül solmasaydı / Ölüm Allah’ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı” nakaratıyla devam eden bu türküyü, sesi titremeden söyleyebilir mi acabâ?
Dağların yücesinden yankılanan bir türkü; “Başı pâre pâre dumanlı dağlar / Duman eğlenir mi kar olmayınca / Bana derler bana gel gönül eğle / Gönül eğlenir mi yar olmayınca” diye ovaları inletirken, bir başka türkümüz de; “İşte gidiyorum çeşm-i siyâhım / Aramıza dağlar sıralansa da / Sermâyem derdimdir, servetim âhım / Karardıkça bahtım karalansa da” nidâsıyla gönülleri aşka getirir. Başka bir türkümüz; “Dağlar ağardı kardan / Haber gelmedi yârdan / Ya gel, ya mektup gönder / Kurtar beni bu dardan / Gözleri fettan güzel / Derde dert katan güzel / Elinden nere gidem / Bize şer satan güzel” derken, bir başka türkümüz ise; “Aşan bilir karlı dağın ardını / Çeken bilir ayrılığın derdini” diyerek efkârlanır ve “Şu dağların yükseğine” ermek, “Başı duman pâre pâre” olan yüce dağları aşmak için “Vur kazmayı dağa Ferhat / Çoğu gitti azı kaldı” diye haykırışı, asırlar ötesinden günümüze aksederken, gönül şifâmız olan türkülerimizin unutulmaz sevdâlara şehbâl açmasına da vesîle olur…
*
Dr. Mehmet GÜNEŞ
*
(Devam edecek)