– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Anahtarı olmayan bir kapının önündeyim. Kapının ötesine geçemiyor, önünden ayrılamıyorum. Erken kalkan bir geminin limanında anlamsızca beklerken bedenimin her noktasına batan beton çiviler, avuçlarımda sakladığım mum ışığı gözlerimi sinsice kanatmaya devam ediyor.
Bu, en çetin yaprak dökümü? Kalanlar neden onaramıyor gidenin kılıçtan geçirdikleri darmadağın yürekleri? Hiçbir ölüm, bir diğer ölüme benzemiyor. Hepsi ayrı bir kolunu kurutuyor akağımızdaki nehirlerin.
Albatros kanatlarıyla geçsem uzun vadileri, büyülü Kafdağı eteklerini. O vakit yeniden duyabilir miyim yayla kokulu nefesini. Yeniden yazabilir miyim mutluluğu sahipsiz kalan katıksız öykümüzü.
Sesleneyim, diyorum; olmuyor. Bağırsam, sesim çıkmıyor. Çığlıklarım boğazımın burgaçlarında takılı. Avaz avaz susmakla yetiniyorum. Zamanı geriye alayım diyorum; anıların istasyonuna uğrayan bir tramvay ürpermesinden öteye gidemiyorum. Bir elimle sol yanımın üstünü örtüyor, diğer elimle toprağın bağrına dokunuyorum. Bu şekilde kalbimin kaleminden dökülen yüzlerce düzine sözcüğün karanlığına ışık tutması hiçbir anlam ifade etmiyor.
Başımı yerden kaldırdığımda yapayalnız olduğumu, arkamdaki o büyük kalabalığın yerinde garip bir suskunluğun efil efil estiğini görüyorum. Gümbür gümbür gümbürdeyen bir çaresizliğin kucağında bunalıyorum. Benden bu kadar kolay vazgeçmenin altındaki vefasızlığın telaşlı hüznü içinde boğulup eridiğimi hissediyorum. Nasıl oldu da onlarca insan içinden bir tanesinin bile gidişini duymadım, diye kendi kendimi yiyor, hayıflanıyorum.
Peki şimdi sana ne olacak? Düştüğün o dipsizliğin perdesinde soluk alıp veremeyeceksin. Kaç zaman sonra tamamen çürüyecek, hangi börtü böceğin karnını doyuracaksın. İçimi en çok acıtan şey, ikimizin de bir ırmağın farklı yakalarında olması. İstesem de sana dokunamıyor, uzanamıyor bin bir çaba göstermeme rağmen senin tarafına geçemiyorum. Sana hem çok yakın hem de bir o kadar uzağım.
Midemin üst bölgesinden başlayıp bütün benliğimi saran şiddetli bir ağrı, iliklerime kadar ilerliyor. Aniden yoklayıp geçiveren ağrılardan biri olmalı. Biraz dinlenirsem geçebileceğini düşünsem de ağrının şiddeti kendini iyice hissettirmeye başlıyor. Dayanılmaz bir sızının pençesinde kıvranıyorum. Etrafımda kimsecikler görünmüyor. Kendimi bir an önce yeşil alanlara, doğaya, kuş seslerine, su şırıltılarına atmalıyım.
Biraz dalar gibi olmuşum. Gözümü açtım. Tavanı oldukça yüksek bir odanın içindeyim. Benden bir yaş küçük olan kız kardeşim Feraye usulca saçlarımı okşuyor. Kendimi toparlamam uzun sürmüyor. En son; evimizin bahçesinde, bir ikindi serinliğinde çay bardaklarının sesini hatırlıyorum. Komşumuz Aliye teyzenin en küçük oğlu Murat nefes nefese bahçeye geliyor. Söyledikleri yarım yarım. “Serdar abiye araba çarptı, bilmiyorum ama galiba öldü.” diyor.
Beynim uyuşuyor, gözümün önünde siyah yıldızlar uçuşuyor.
Serdar… Kalbimin sahibi. Geleceğim, umudum. Serdar, benim nişanlım.
Feraye kolumu tutuyor, yanağında iki damla yaş: “Abla” diyor, “İyi olacaksın, hepsi geçecek, metanet. Allah’ın takdiri. Şu ilacını bir al. Hepsi geçecek abla!”
Bir hemşire odaya girerken sönüyor, serin bir ilkyaz sabahında sonsuzluğun girdabına karışan Serdar’ın gözleri… Umudun ışıkları sönüyor.