Göçmen kuşlar tersine göçer mi? Zor! Irmaklar tersine akar mı? Zor! Güneş olmadan tohumun patlaması ve çimlenmesi mümkün mü? Zor!
Bir cümlenin hangi ögesi olsam, dedi. Özne sen olduktan sonra benim ne olduğumun ne önemi var, dedi kendi kendine. Onun kurduğu bir cümlenin ilk hecesi olmaya da razıydı. Ancak metnin sonuna gelinmişti. Bitmiş bir hikâyede yer bulmak… Zor!
Bir gün çok uzaklardan bir mektup geldi. Açılan zarftan çıkan kâğıt bomboş idi. Geçmişten miydi? Neydi bunun anlamı, dedi. Düşündükçe içinde biriken sorular aklını fikrini karıştırdı. Sonra dikkatle bakınca kâğıdın sonunda bir nokta gördü. Neydi bunun anlamı, düşündü ama bulamadı. Her soru zordu. Sabretmesi gerektiğini söyledi bir dostu. Noktadan öncesinde neden hiçbir şey yoktu? Şimdi bu boşluk ne anlama geliyordu, düşündü. Hikâye bitmiş ama boş, ömür geçmiş ama boş… Evet, nokta konulmuş ama yaşanılmadan geçen bir zamanın da sonuna gelinmişti. Baştan başlamak mümkün müydü, deli sorular sordu kendi kendine. Zor!
Bir gün denizlere açılıp dönmeyi düşünmedi. Yorulana kadar yüzmek… Yorulduğu yerde kalmak. Orada bitirmek istedi hikâyeyi. Sonra bir sese tutundu. Bir elin sıcaklığını hissetti. Bir yüreğin attığını. Oturdu. Denize baktı. Akşam olmak üzere idi. Şehirden kaçtı. Sesler boğuyordu. Üzmektense üzülmek, dedi. Evet, bir defa üzülüp sonra sonsuz kere susmak! Susmak ne zordu! Dinleyeni değil de konuşanı düşündü. Konuşulanın kendisi olduğunu bildi. Sordu, aldığı her cevap onu mutlu etti. Ne kadar sevildiğini bildi. Denize baktı. Martılara seslendi. Gökyüzü büyüledi. Denizin sesini duydu. Kalktı, yürüdü. Arabasına bindi. Müzik açtı. Aradığı kanalı buldu. Şansına çıkan şarkıya kaptırdı kendini. Telefona baktı. Biriken mesajlar. Hepsini okumadan silmek istedi. Başladı silmeye. En sonuna geldi. Durdu. Bir mesajı okumadan geçemedi. Tek bir cümle yazıyordu: “Tek düşüncem sensin.”
Yaşamak için sebep aramaya gerek var mıydı, seveniniz varsa yetmez mi? Sevilmek, var olmaktır, demişti. Hatırladı. Kaderi, kararında gizliydi. Kararını verdi. Yaşamak güzel şey! Göklere, yıldızlara, sonsuzluğa kadar ulaşan bir çığlık atmayı düşündü. Mesajı bir kez daha okudu. Arabasını çalıştırdı. Şehirde kayboldu. Kalbinin atışına göre bir rota çizdi. Gideceği yeri olmadığından değil ama kendinden kaçtığındandı belirsizlik. Eski bir binanın duvarında yazılı şu cümleye rastladı: “İnsan en çok kendine sığınır.” Kendim, dedi ve ilave etti: “Kendimi hatırlatanı bulmalıyım.”
İnsan kendi hikâyesini yazıyor ama onu okumak çok acı geliyordu. Her hikâyede gözaltına alınan ruhuna nezaret eden soğuk cümleler diline yapışıyor ve dili donuyordu. Dilin dilsizliği böyle bir şey midir? Dilinin ucuna gelen ama bir türlü özgürlüğüne kavuşamayan kelimelerin esareti. Yine sonsuz kere susuş. Her susuşla kalbinin içlerine yerleşen endişeli, korkutucu ve acıtıcı düşünce. Bir cümle kurabildi. “Yaşamak, yarım ve yalnız…” Eksiltili cümlelerin yüklemi neredeydi? Peki, özne neden suskundu? Zordu nefes almak. Zordu yaşamak. Onulmaz yaraların şairi Sylvia Plath geldi aklına: “Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni;/Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi./Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.” En çok da gözlerini kapatmaktan korktu çünkü bütün dünyanın ölüme düşmesini istemiyordu. Kapatmasa kendisi düşüyordu ölüme. Zor!
Acı bir su içmekti istemeye istemeye kurduğu her cümle. Çürüyen bir meyvenin rengini alan yüzünden okunan o talihsiz hikâyenin kurgusunu değiştirmek zordu ama hikâyeyi uzatmak mümkündü. Tercih ettiği yol, kırık testiyle su taşımaktı. Zamansız açan çiçeğin sonu hüsran değil miydi? Yine de bir ışık süzülüyordu sisli havadan, karabuluttan. Sönmeye başlayan gözünün feri bile canlanmıştı. İçinde onlarca sevdiği şarkının melodisi çalınıyordu. Unuttuğu, ihmal ettiği ne varsa ona koştu. Zordu ama o sese koşmaktan da kendisini alıkoyamadı. Tökezledi, çekindi, korktu, sustu, içine kapandı ama sonunda bir tohum gibi patladı içindekiler. Artık zor değil kor idi içindekiler. Ya yanacak ya da o sese kanacak…
*
ALİ BAL