– MEHMET MORTAŞ
I
İçimiz ne kadar çok kuruduysa o kadar kuru bir yaz bıraktık hazan mevsimine. Cümlelerimiz ne kadar çok anlamsız ve başıboşsa o kadar çok dağıldık hayatın kuytu yerlerinde.
Her insanın öyküsü ne kadarda buruk, muğlâk, kötürüm olmuş ruh hali pozunda. Hiç bir kelimemiz güz sancısı çekmiyor. Suskunluğumun doğumunu müjdeleyecek hiç bir sözcük kalmadı.Yapayalnız kaldık kelimenin ortasında.Ruhumuz göçmen kuşların konakladığı ülke değil artık. Hazan mevsimi yaklaşıyor fakat hüzünlü bir hüzün değil yaşadıklarımız.Öykülerimiz nedensiz, anlamsız boşluklar içinde debelenip duruyor. Sonbahar renginde sararmış yüreklerimiz; bukalemun gibi renkten renge girmeye başlamış, kendi tehlikemiz peşinden sürüklüyoruz mevsimleri.
Ölüm ne kadar da garip güz resitalinin yanında. Baharı anımsatacak hiç bir emare yok. Sessizliğimizde kaybolup gidiyor. Yaz mevsimi kurumuş dudaklarıyla hicret ediyor güz mevsiminin nefesine. Kırık ikindiler doluyor evlerimize serin dağ yamaçlarından.Göz kırpıyor kaypak rüzgâr usulca gecenin sızan karanlığından.Mahmurlaşıyor güz güneşi boyun eğiyor korkularıma.İnsanlardan kaçacak bir ağaç gölgesi yok, fakat bir yaprak düşüyor hayatımın en hazin taraflarına. Kala kala bir ben kalıyorum güz sancısının ortasında. Hiçbir sözcük merhem olmuyor yaralarıma, korkunun kuyularında geziniyorum çaresiz. Ve hayatın çaresizliği kıyısız kıyılarıma vuruyor, ölü düşler biriktiriyorum masum olmayan. Gözyaşlarım deniz olmuyor güzün bağrına hicret etme saatlerinde.Kurumuş yürekler elimde kalıyor; değersiz, bir o kadarda hayata küskün. Rüzgâr tenime konmuyor sabah mahmurluğunda.Küskün tan yeri çığlık çığlığa kalıyor düşlerimin içinde. Umutlarımız eski güz günlerinde kaldı.Hayatın dişlileri arasında bir bir dökülüyor paranteze sığdırdığımız varlık sancısı, virgülüne dahi dokunamıyoruz yasadıklarımızın.
Zaman, ömrümüzü yavaş yavaş kemiriyor güz sarısı kalbimize dokunmadan. Çocuklar; kalbimizdeki denizlerde gezinmiyor, yelkenler açılmıyor çocuk gülüşlerinden. Bahara selam duracak güzler yetiştiremiyoruz.Ölümün rengârenk hüznü göç etti göçmen kuşlarının kanatlarında. Uzak iklimlerin güz sancısının derdindeyiz.Sanala boyanmış yüzüyle oturuyor mevsimler başköşeye ne kadarda yabancı ve acı. İnsani olan her kelimemiz dökülmüyor acılarımızın heybesine, cevap veremiyoruz bir cümleden hicret ederken kâinat kitabına kaybolup gidiyoruz amaçsız boşaltılmış hayatların kırgın taraflarına.
Güz sancısı çekecek zamanımız dahi yok her şey masmavi gök altında kırık bir yaşamdır mevsimleri elinden alınmış.
II
Güz gelir ölüm renginde, suskunca yerleşir anılarımın sararmış taraflarına. Sancılanır bütün kelimeler, sözcüklerin üzerine abandıkça abanır hafif ve serin esen kuzey rüzgârı. Doğa mahmurlaşır, çiçeklerin üzerinde yaz ölüme serenat dizer.Kıyısız acıların meyve vermemiş sahilinde bir bir düşer hayatın tik tak sesleri.Dalgalar sahile vurmadan öykünür bulutların denizlerde yıkanmamış yüzüne.Yaz son nefesini vermek üzere tenimizin üzerinde tepelenir durur. Güz sancısı başlamıştır doludizgin giden yazın kucağında.Gölgelerin güneşten kavrulmuş yüzlerine uzayan bir zaman giydirilmiştir ikindi vakti.Ağaçlar, kuşların göç vaktinde gökyüzüne doğru yavaş yavaş atar üstünden yük gibi gelen giysilerini.
Güney rüzgârları kendi siperlerine çekilmeye, göç vaktinin en derin zamanında güney yamaçlarına yuva kurmaya başlamış; güneşin yakıcı ışığının üzerinde vakur, fakat yenilmişlik edasıyla yeşil tonlarda göç etmişti. Güz; yazın yeşermiş bedenini serin yerlerinden kemirmeye, güneşin sararmış renklerini yaprak ve bitkilere nakşetmeye başlamıştı. Bir koşturmacadır sürerken gök kubbenin altındaki göçmen kuşlarda; yuvalarının son rötuşlarını yapmışlar, dönecekleri günün şarkısını mırıldanarak kanatlarındaki ritme uyarak havalanmışlardı. Güz sancısı kuş yüreklerine vurmadan; ürkek bakışları ele vermeden son şarkılarını bir serçenin kanatlarının altına bırakıp gitmişlerdi, bozulmuş mevsimlerin hüzünlerini yanlarına alarak.