– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Yokluğun mu acısıydı kalbimdeki delik deşik sızı yoksa varlığın tedirginliği miydi? Buğusu kaldırımlara çökmüş sokaklarda geçmişin gölgesindeyürümek. Belki de üstüne basarak ezdiğim sessizlik, aslında geçmişim değil geleceğim.
Yıllardır uzağımda bir eylül büyüyordu. Duymadığım, görmediğim, bilmediğim bir kımıltı… Ve senelerdir dokunduğum deniz, üzerimden usulca dalgalarını çekiyordu. Benliğim iliklerime kadar boşalıyor, esmer bir gecenin karanlığında kayboluyorum.
Bu sabaha kadar annem ve babamın bana çiçeklerle bezediği hayatın içinde sevgi ve huzur içinde boy atıyordum. Öğretmen anne babanın tek çocuğuydum. Allah’ın bana bahşettiği en büyük nimet, şefkat dolu bir aile ortamında büyüyor olmamdı. Göz bebekleri, inci taneleriydim.
Gerçekler bir şişe ağının içinde boğuluyordu. On beş yaşına kadar beni pamukların içinde büyüten ailemden, haritaların çizmediği kadar uzaklaşmak istiyordum. Annem, annem değildi. Babam ise babam değil… Avuçlarıma bakakaldı gözlerim. Yaralı ve bomboştu.
O sabahı hiç yaşamamış olmayı ne çok isterdim.
Babamın çalışma odasında önemli evraklarını sakladığı bir kasası vardı. Kasaher zaman kitliydi. Okuldaki futbol seçmeleri için veli onaylı evrakı babama imzalatmak için odasına gittim. Babam odada yoktu. Gözlerim kasaya ilişti. Kasanın kapağı sonuna kadar açıktı. Sonradan imzalatmak düşüncesiyle evrakı masanın üzerine bıraktım. Masanın üzerinde benim adıma düzenlenmiş resmi belgeler vardı.
İçimde karşı konulmaz bir merak uyanmıştı. Resmi belgeleri karıştırmaya başladım.Evraklardaki birkaç yazı beni sarstı.Gerçekle yüzleşmeye cesaretim yoktu. Şaşkındım, sersemlemiştim. Beynimin içinde çalan çanları susturamıyordum. Kendimi odadan dışarı attım. Aynanın karşısına geçtim,yüzümü inceledim. Kendimde anneme ve babama benzeyen hiçbir şekilsel özellik bulamadım. Ben ince yüzlüydüm, burnumda belli belirsiz bir kemer vardı. Saçlarım gür ve kalındı, simsiyahtı. Evden çıktım. Benim ailem olmayan birinin evinde nasıl durabilirdim. Kıvrıldığım kaldırımın kenarında küçük bir taş parçasıyla kaderimi değiştirmek istiyordum.
Gerçek ailem neredeydi? Nasıl oluyor da benden vazgeçmişlerdi? Yoksa bir kaza sonucu yaşamlarını mı yitirmişlerdi? Ya gayri meşru bir çocuksam… Bu utançla yaşamaya nasıl devam edebilirdim? Sırtıma yüklediğim dağın ağırlığıyla yalpalayarak sokaklarda yürüyordum. Beynimin içi kanlı bir meydan muharebesine dönmüştü.
Suçladığım sadece beni bırakıp giden ailem değil, bana sahiplenip yetiştiren ebeveynlerimdi. Nasıl olurda beni gerçeklerden soyutlayıp koca bir yalanın içinde doğrularla büyütmüşlerdi. Buna kimsenin hakkı yoktu. Sisli bir gölge oyunundan ibaretti bütün hayatım. Silik ve bulanık.
Vakit gece yarısını geçiyordu. Çoktan polise haber vermişlerdir. Eminim her yerde beni arıyorlardır. Annem gözlerine inen yağmur sularıyla aklını atmak üzeredir. Nerelere gitmeliyim? Beni terk edip giderek acımı vaveylaya dönüştüren gerçek ailemin yanına mı? Yoksa sahici olmayan renkli balonların içinde kurulu devşirme bir masalın başkahramanlarının sırça sarayına mı?
Geceyi çocuk parkındaki kırık bir bankın üzerinde geçirdim.
Cebimi yokladım. Birkaç günü simit-ekmekle geçirecek kadar param vardı. Yakın mesafede bulunan bir pastanede çay ve simitle karnımı doyurdum. Boynumdan bacaklarıma kadar her yerim tutulmuştu. Alışmamıştım tahta parçası üzerinde uyumaya. Ne yaptığını bilmez bir halde aylak aylak dolaşmaya başladım. Arkamdaki bir sesin adımı çağırdığını duyar gibi oldum. İstanbul’daki tek Yiğit ben miyim, diye önceleri umursamadım. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Omzuma dokunan elin varlığıyla irkilir gibi oldum. Karşı komşumuzun oğlu Arda’ydı. Arda’yla aynı okulda okuyorduk. O benden bir üst sınıftaydı. En iyi arkadaşlarımdan biriydi.
Telaşlı ve hüzünlü bir tavrı vardı. Akşamdan beri ailemin beni aradığını, perişan bir vaziyette olduklarını söyledi. Bana bir şey söyleyeceğini hissettim fakat çok üzülmemem için söz vermemi istedi. Annem sabaha doğru kalp krizi geçirmiş,hastanenin yoğun bakımında yatıyormuş,yokluğumda perişan olmuş ve öylece yere yığılmış.
Gizli bir güç elimden tutup okyanusun ortasına fırlatıvermişti beni. Nankörlüğün ayazıyla iliklerime kadar titriyordum. Evet, bana yaraşan tek kelime buydu:Nankör. Tenimde kar beyazı yangınlar alevleniyordu. Anneme bir şey olursa kendimi nasıl affederdim?Hastaneye koştum, anneme koştum. Bir an önce oraya varmalı ve ondan af dilemeliydim.
Yoğun bakımın kapısına vardığımda babamı yıkılmış bir vaziyette camdan annemi izlerken buldum. Hıçkırarak boynuma sarılan babam gözyaşlarını tutamıyordu. Bir mucize oldu, sanki sihirli bir el değdi yoğun bakım odasına. Ağrı kesicilerin ve narkozun etkisiyle saatlerdir ayılmayan annem yorgun gözleriyle camekânın ardından banabaktı. Camın arkasından anneme doğru uzattım ellerimi. Çarptığım kayalıklardan aldığım yaraları sarmak için tek sığınağım ailemdi. Hani cevabı çok net olan, klasik filmlerimizin klişe bir sorusu vardır ya! Seni dünyaya getiren, sonra da sokağa atan mıdır gerçek ailen, yoksa ona sahiplenip her derdinle dertlenip bağrına basan mıdır? Onlar benim hayattaki tek annem ve babamdı.