– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Dedemin kurduğu salıncakta önce ben ve iki kız kardeşim; sonrada oğlum Korkut, kanat vurmuştu gökyüzüne.Tek katlı ve duvarları kırmızı boyalı evimizin bahçesinde kiraz ve elma ağaçlarıyla büyüdü kadife çocukluğumuz. Ömrümüz daha yediyi yirmi geçerken kurduğumuz tek hayal, bu evin duvarları arasında huzurluca yaşamaktı.
Ablalarım genç kızlığa ayak bastıktan sonra köyün varlıklı ailelerine gelin gittiler. Ben büyüyüp ergin bir delikanlı olunca bahçe komşumuzun kızıyla evlendim. Baba evinden ayrılmadım. Eşim Fatma’yı kızı olarak gören annem ve babamla aynaya düşen mutlu hikâyemizi devam ettirdik.
Ömrümü yağmurlara boğan ilk ölümü yaşadığımda oğlum Korkut üç yaşındaydı. Önce annemi iki yıl sonra da babamı kaybettim. Babam, yaşamımın en güçlü dayanağı, yaslandığım çınar ağacıydı… Annem,saklı yaralarımın en devalı merhemi…
Yaşadığım hiçbir acı genzime bugünkü kadar töresiz takılmamıştı. Anne ve babamı kaybettiğimde bile hissettiğim sancı ayak tırnaklarıma kadar bu denli şiddetli inmemişti. Kırmızı renkli bu dört duvar, ailemden bana kalan tek yadigârdı. Çocukluğum, huzurum, yıllarımı eskitmeyen tek hatıramdı.
Evimizin yerinden yol geçecekti. Çırpınıp didinmek nafile! Evin bedeli olarak biçilen üç beş lirada değildi gözüm.Kalbimin çocukluğuna veda edecek olmasıydı.Esmer bir bulut çöreklenmişti içime. Atamın soyağacı burada tükeniyor gibiydi. Yeryüzü ikiye bölünüyor ve ben enderin çukura düşüyordum sanki.
Bu vakitten sonra köyde kalamazdım. Gitmeli, unutacak kadar uzaklara yerleşmeliydim. İnsan hayatta bir defa ölür. Ben,duvarları kırmızı boyalı evimizin yerinden vızır vızır geçen arabaları her gördüğümde en yeniden binlerce kez ölecektim.
Babadan kalma tamirci dükkânında, ilçe halkının bozulan elektrikli eşyalarını onarırdım. Yine babadan kalma birkaç dönüm tarlayı eker biçer, rızkımızı taştan çıkarırdık. Yaban elde ne yer, ne içer,hangi çatının altına sığınırdık?
Ah yüreğimde terleyen anılar!Anne ve babamın mezar taşlarını söküp beraberimde götürebilseydim keşke. Kimlere bırakıp gideceğim onları. Duyabiliyorum seslerini. Yattıkları yerden yana yakıla feryat ediyorlar. Sahip çıkamadığım küçük şatomuz için bana güz yığını sitemlerini gönderiyorlar. Ne olur affedin, bağışlayın beni.
Tamı tamına bir haftamız var. Yedi gün sonra yerle bir edecekler baba ocağımı. Ne anamın ekmek pişirdiği ocak ne de babamın elleriyle çevirdiği çitler kalacak. Duvarların arasından kız kardeşlerimin cıvıltılı sedaları duyulmayacak. Her şey bir bir silinip gidecek hafızalardan. Çember çevirdiğim avlu, dedemin kurduğu salıncak…
Tamirci dükkânını, iki dönüm tarlayı sattım. Evin içinde dikkate değer üç beş parça eşyayı da ikinci el niyetine elden çıkardım. Daha nereye gideceğimizi bile bilmezken iki kanepe bir buzdolabını kendimize yük etmenin gereksiz olduğunu düşündüm.
Ata yadigârında geçireceğimiz son gecemizdi. Sabah yıkıma başlayacaklardı. Bunu görmeye dayanamazdım. Son bir defa anamı, babamı ziyaret ettik. Hangi yüzle huzurlarına çıktıysam, bilmiyorum. Yorgun ve göçebe bavullarımızı yanımıza alıp seher sökmeden köyümüzden ayrıldık. Yol boyunca ıslak gözlerimle defalarca dönüp baktım arkama. Evimi değil çocukluğumun kalbini terk ediyordum.
İlçeminibüsü ile şehre geldik. Kolumu çekiştiren oğlumu, nereye gidiyoruz diyen eşimin haykırışlarını kötü bir rüyanın içindeymişim gibi silik ve boğuk uğultular içinde duyuyordum.Kendimde değildim. Ben, hâlâ bahçemizde babamla topaç çeviriyordum, dedemin kurduğu salıncakta sallanıyordum. Otogar personelinin,”Bileti nereye keseyim?” diyen sesiyle yangınlı bir paltoyu sırtıma giyer gibi irkildim. Elimde Tekirdağ’a kesilmiş üç tane bilet duruyordu. Ben mi Tekirdağ dedim, biletçi mi bizi Tekirdağ yolcusu olarak gördü, bilmiyorum. Kulağımda cılız bir kadın sesi “Ne yaptın Sefer, ne bir tanıdık ne eş ne dost? Ne yaparız bu yaban şehirde?”Yüreğimin üstünde eski bir masaldan kesilmiş, annem ve babamın siyah beyaz fotoğrafı…Öylece yola koyulduk.