*NECDET EKİCİ
Ramazan girdi gireli Öğretmen Ferit, okul çıkışı mutlaka çarşıya uğrar, iftar için her akşam fırınların özel yaptığı susamlı sıcak pidelerden alır, evine öyle dönerdi. Lâle gibi kızarmış, burcu burcu kokan ekmekler için değerdi doğrusu.
Ama bugün, öyle olmadı. Toplantı vesilesiyle okuldan geç ayrıldı.
Bahçe kapısına gelince tereddütlüce durdu. Saatine baktı. İftar topunun atmasına vakit hayli yaklaşmıştı. “Yetişemem!” dedi içinden. Aslında çarşıya çıkmaya gözü kesmedi. Vazgeçti. En iyisi, okul bitişiğindeki Bakkal Remzi’den almaktı. Varsın bu gün de evdekiler, susamlı sıcak pide yerine soğumuş taze somun yesinlerdi.
Bakkal Remzi, dükkânın kepenklerini henüz indiriyordu ki Öğretmen Ferit yetişti. Oruçluya özgü mecalsiz bir sesle:
— Ekmek var mı Remzi Ağabey, dedi.
— Yok hocam! Az önce bitti, dedi boynunu yana bükerek.
Öğretmen Ferit’in yüzü buruştu. Yeniden saatine baktı; sonra Bakkal Remzi’ye.
— Bir tane de mi yok?
— Yok, hocam olsa vermez miyim?
“Doğru ya, olsa vermez miydi? Kim ekmeğinin satılmasını istemez? Yaşlı başlı adam; yalan söyleyecek değildi ya!”
Her geçen dakika, vakit biraz daha daralıyordu. Kendini yorgun ve ezik hissetti. Fırına gitmeye erindi. En doğrusu hemen eve gidip oğlanı çarşıya koşturmaktı. Ev okula yakındı. İşin ucunda aç kalmak da vardı. Sonra sahurda çocuklar, ekmeksiz perişan olurlardı.
— Hayırlı iftarlar Remzi Ağabey, dedi.
Adam, kepenkleri kapatmış gidiyordu. Birden, Bakkal Remzi’nin koltuğunda gazeteye sarılmış dört ekmek ilişti gözüne. Olduğu yerde dondu. Kısık gözlerle baktı baktı. Dişleriyle kelimeleri ezerek söylendi:
— Hınzır, dedi. “Hani ekmek yoktu?”
Hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. İçinden Bakkal Remzi’ye kızdı; yol boyunca kötü kötü söylendi:
“Hınzır! Tam bir hınzır! İstese ekmeğinin birini veremez miydi? Hani Müslümanlık paylaşmaktı? Yalan yoktu hani! Hadi ekmeği evine, çocuklarına götürüyorsun; oğlunu çarşıya da mı gönderemezdin? Ama yapmadı işte! Sırf kendinden alış veriş etmediğimiz için yapmadı! Bu heriften kibrit bile almayacaksın. Şerefsiz!”
Eve gergin bir çehreyle girdi.
— Koş, dedi oğluna çağrı’ya. Çarşıya koş! Ezan okunmadan fırından üç pide al da gel! Al şu parayı da durma!
Çocuk, nazlanmadı, itiraz etmedi. Denileni yapmak üzere ekmek çantası elinde, doğruca çarşıya koştu.
Annesi, “O, bugün oruçlu!” demek istedi ama diyemedi. Hem çocuk çoktan gitmiş, hem de fırına gönderecek başka kimseleri yoktu. Onun büyüğü kızı gönderemezlerdi ya! Akşam alacasında ne olur, ne olmazdı. Anlaşılan, babası Çağrı’nın bu gece sahura kalktığını, oruçlu olduğunu unutmuştu.
Annesi yürek dolu gözlerle bir müddet oğlunun arkasından baktı. “Sağdan git!” diyecekti; babasının “çocuğa panik yapma!” demesinden çekindi. Mutfak penceresinden el salladı. Öyle zayıftı ki… Onu görenler, “Bu oğlana hiç mi bir şey yedirmiyorsunuz?” diyorlardı.
Yemesi içmesi iyiydi ama zayıftı işte! Üzerine bir dirhem et koymuyordu fakat diriydi, hareketliydi. Aman, sağlıklı olsun da zayıf olsundu.
Ramazan boyunca tuttuğu bu beşinci orucu olmuştu. Annesi, “Oğlum sen zayıfsın, dayanamıyorsun!” dediyse de söz dinletememişti.
Kırmak istemiyordu hevesini. Gündüz yalvarmalarına dayanamayıp bu gece de kaldırmıştı sahura. Hani dayanabilse varsın hepsini tutsundu ama olmuyordu. İncecik yüzü, bu gün açlıktan yine saman gibi solmuştu. Akşama kaç saat kaldığını sanki defalarca soran kendi değildi. Ekmek dönüşü mutlaka yine babasına kaç orucu olduğunu müjdeleyecek, satmak için sıkı bir pazarlığa girişecekti.
— Kızdım, dedi Ferit. “Demin Bakkal Remzi’ye içimden kızdım! Yol boyunca beni günaha soktu!”
— Hayırdır, dedi mutfaktan karısı.
—Ekmek yok” dedi! Olduğu halde yok, dedi!
— Ee belki de yoktu Ferit.
— Ne demek yoktu canım! Koltuğunun altında gazeteye sarılmış dört ekmekle evine giderken gördüm onu!
— Belki o evinin ekmeğidir!
— Olsun! Evinin ekmeği olsun! İstese birini veremez miydi? Çocuklarından birini bisikletle fırına da mı gönderemezdi?
— Aman Ferit sen de…
— Sendesi mendesi yok bu işin! Esnaf ahlâkı bu mu olmalı? Kendinden alışveriş etmiyoruz ya!
— Emin olmadan böyle konuşma!
— Ne emin olmaması yahu! Gözlerimle gördüm diyorum sana! Sonra sen kimin tarafını tutuyorsun Allah aşkına? Yok, şöyleymiş de, yok böyleymiş de! Bakkal Remzi’nin avukatlığı sana mı düştü?
– …
Karısı bir şey diyecekti vazgeçti. Basit bir konuyu çoğaltmanın en kötü yolu, onu savunmaktı. Bu günler, mübarek günlerdi. Gereksiz bir tartışmaya döndürmek istemiyordu. Bu gün yine Ferit’in hey heyleri üzerindeydi. Oruç girdi gireli asabi, geçimsiz biri olup çıkmıştı. Koz kabuğunu doldurmayan şeyler için barut gibi parlıyordu. Sınıflarda kim bilir nasıldı? Gerçi öfkesi uzun sürmüyordu; saman alevi gibi parlayıp sönüyordu. İşte yine, sözü uzatsa Bakkal Remzi’ye olan öfkesini kendinden çıkaracaktı. Böyle anlarda en iyisi susmaktı.
Peygamber Efendimiz bile “Size öfkeyle seslenen birine, susmakla mukabele edin” veya “Ben oruçluyum” diyerek karşılık verin.” buyurmamış mıydı?
Kız, babasının önünde durdu. Gözlerinin içine bakarak:
— Bugün din dersi öğretmenimiz söyledi: “Emin olmadığınız konularda suizanda bulunmayın!” dedi. “Kötüymüş!”
Babası, kızına dik dik baktı.
— Ne kötüymüş, dedi. Şimdi sana bir tane çakarım! Hepiniz ahlakçı kesildiniz başıma.
Annesi kızına “hişşt!” dedi. Gözleriyle işaret etti. Kız, ne olduğunu anlamadan “mayınlı tarladan” çıktı, ortalıktan kayboldu.
Adam, mutfaktan beriki odaya geçti. Eli cebinde küçük adımlarla volta atıyor, iki de bir saatine bakıp asık, gergin bir suratla dışarıyı süzüyordu.
Az sonra yer sofrası kuruldu. Çatallar, kaşıklar dizildi, yemekler konuldu, bardaklara sular, ayranlar dolduruldu. Anne, baba ve kız sofra başında ezanın okunmasını beklemektedirler. Kadın, Ramazan ayının rahmet, bereket, huzur ve duygu yüklü bir ay olduğunu yeniden düşündü. Her nedense o duygu yüklü havayı hissedemedi.
Ortalığa sessizlik hâkimdi. Gergin bir sessizlik… Baba, kızına döndü:
— Bak bakalım şu minareye; ışıkları hâlâ yanmadı mı suizancı(!)
Kız, mekanik bir silkinişle ayağa kalkıp balkona açılan pencereden dışarı baktı.
— Yanmamış baba, dedi.
— Yansa şaşardım zaten. Bu hoca da bir âlem! Zamanında ezan okuduğu duyulmuş mu hiç? Kesin önce kendi açıyordur!
Anne ile kız kaçamak bakıştılar.
Ferit, saatine yeniden baktı. Zaman sanki akmak bilmiyordu. Birkaç kez midesini ovdu. Eli farkında olmadan gömleğinin döş cebindeki sigara paketini, çakmağını yokladı.
Kapı açıldı, çocuk içeri girdi.
— Nerede kaldın be oğlum nerede, dedi babası.
— Ancak baba, dedi çocuk. “Koşa koşa gittim, koşa koşa geldim valla!”
Nefes nefese ve ter içindeydi. “Aferin oğlum!” sözünü duymayı bekledi ama duyamadı. Hemen sofraya dizüstü oturdu. Su dolu bardağın birini önüne çekti. Annesinin gözleri, çocuğun üzerindeydi.
Çocuk, ışıltılı gözlerle babasına baktı. Şüphesiz yine, “Bil bakalım babacığım, bu kaçıncı orucum?” diyecekti. Babasının iltifat dolu, “Aferinli!” sözleriyle bir kez daha gururlanacaktı ama hiçbirisi olmadı.
Baba, çantadaki ekmekleri çıkardı. Birden suratı ekşidi. Gözleri akla-takla döndü. Dik dik çocuğa baktı. Çocuk, şaşırdı. Baba gürledi:
— Oğlum bu ne? Bu ekmekler bayat, kupkuru!
Çocuğun rengi değişti, yutkundu. Önce babasına, sonra annesine baktı. Sesi çıkmadı. Sarardı, soldu. Anne durumu fark etti. Baba devam etti:
— Şunlara bak, sırım gibi! Alınır mı lan bu ekmekler?
O sırada, minarenin ışıkları yandı, top patladı, ezanın sesi duyuldu.
Çocuk, suya baktı, sonra babasına, ardından ekmeğe. Boğazı bir başka yandı, kurudu. İkinci kez yutkundu. Suçlu, ezik; titreyen bir sesle:
— Fırında hiç ekmek kalmamış baba! Sabahtan kalan ekmekler varmış. Aç kalmayalım diye ben de onları aldım.
Her şey birkaç saniye içinde oldu. Çocuğun suratında patlayan bir ‘çat!’ sesi duyuldu. Çocuk yana düştü. İlk çığlığı annesi attı. Bardaklar, devrildi, yemekler döküldü. Anne, çocuğa sarıldı.
— Yapma, dedi annesi eliyle boşluğu iterek. Yapma! Dövme onu! O bu gün…
Sözünü tamamlayamadı. Tamamlasaydı, “o bu gün oruçlu!” diyecekti. “Onun dayak yiyecek ne hali var?” diyecekti. Baba ayağa kalktı. Bir kartal gibi çocuğu annesinin kucağından söküp aldı. Hiddetle bağırdı:
— Sen hiç adam olmayacak mısın? O fırında ekmek yoksa başka fırınlarda da mı yok? Akşama kadar aç duruyoruz; bayat ekmekle mi iftar ettireceksin bize? Ha söyle!
— Dur yapma! Ne günahı var onun? Hiç sofra başında…
— Al bakalım sana al!
— Baba vurma baba! Baba ne olur baba!
Anne, zorla kocasının ellerini tuttu. Çocuk kapı arkasına sindi.
Kız, şaşkın korku dolu iri gözlerle ayağa kalktı. Kardeşine sarıldı. O da ağlıyordu.
— Çabuk, dedi adam. O ekmekleri götür geri ver! Sonra da fırınları tek tek gez; taze ekmek bul gel! Yoksa gebertirim seni.
Çocuk ekmek çantasını aldı. Ağlayarak evden çıktı. Kocası, ellerini tutan karısına yeniden söylendi:
— Bırak şu ellerimi! Onu bu hale getiren sensin zaten!
— Tamam, dedi karısı. “Suçlu benim! İftarı zehir ettin! Orucu katlettin! İftarımızı böyle mi açmalıydık? Şu sofra başında bize yaşattığın eziyete bak! İnsanın en azından bu mübarek ayın hatırı için çocuklarına karşı daha bir şefkatli olması gerekmez mi?”
— Ters ters konuşma! Bana da vaaz verip durma! Hıh! Zehir etmişmişim de bilmem neymiş! Ona sorumluluk yüklemeye yüklemeye böyle beceriksiz yetiştirdin! Baksana aldığı ekmeklere yahu?
— Tamam, dedi yeniden karısı ağlamaklı bir sesle. “Tamam! Bütün suçlu benim!”
Hoca ezanı bitirdi. Baba, hırsından soluyordu. Yüzü kıpkırmızıydı.
Sofraya yeniden oturuldu. Dökülen yemeklere ilaveler yapıldı; bardaklara yeniden sular dolduruldu. Baba, bir sigara yaktı.
Anne, yarım bardak su içti. Kaşık, kızın elinde kaldı. Gerilimli sessizlik tüm odayı doldurdu. Anne ve kız sofradan aç kalktılar. Adamın ağzında lokma,
— Asıl benim canımın sıkıldığı, bu çocuğun böyle kabiliyetsiz olmasınadır.
Annenin yanaklarına iki damla yaş süzüldü.
Çocuk dönmedi. Yatsı ezanı yaklaştığı halde dönmedi. Anne endişeliydi. Balkondan sokağa beşinci kez baktı. Görünürlerde kimse yoktu. Baba, teravih namazı için abdest aldı. Ev ilk defa bu kadar sessizleşiyordu. Kadın sessizliği böldü:
— Dönmedi hâlâ; git de şuna bir bak!
— Bakmam, dedi adam öfkeli ve inat. Koltuğa oturup yeni bir sigara yaktı.
— Bir şeyler olmasından korkuyorum. Gece vakti ne olur ne olmaz! Hırsızı var, uğursuzu var!
– …
— Çocuk o daha!
— Çocukmuş(!) Kazık kadar adam! Ekmek almasını bilmeyen çocuk dönmesin!
– …
O sırada kız:
— Babaannemlere telefon ettim; onlarda da yokmuş, dedi.
Baba, yeni yaktığı sigarasını kül tablasına öfkeyle basıp ezdi. Ayağa kalktı. Kapıya “güm!” diye öyle bir yumruk vurdu ki adeta bütün duvarlar sarsıldı.
— Sen, dedi. “Sen babaannenlere telefon mu ettin?”
— Oraya geldi mi diye sordum sadece baba.
— Seni sersem seni!
Baba, kızın üzerine yürüdü. Kız, ellerini yüzüne siper edip koltuğun arkasına büzüldü. Anne araya girdi.
— Kız hiç mi akıl yok sende? Gece vakti onları endişelendirmeye ne hakkın var? Annemin şimdi yollara düşeceği, ortalığı ayağa kaldıracağı hiç mi aklına gelmedi?
— Baba öyle söylemedim!
— Sus! Herkes deli bu evde! Çıldırtmak mı istiyorsunuz siz beni?
O sırada kapının zili çaldı. Kadın, “çocuk” dedi; umutla kapıya gitti. Karşı komşu Emlakçı Ahmet Bey’di kapıda dikilen; arkasında gözleri fıldır fıldır dönen karısı:
—Yenge gürültüyü duyunca dayanamadık. Bilmediğimiz ters bir durum mu var?
—Yok yok! Sağ olun, dedi kadın.
Kapı örtüldü.
—Kimmiş o?
—Karşı komşu… Gürültüyü duyunca…
—Yardıma mı gelmişler? Ulen, dedi adam. “Ben ona haddini bildirmezsem!”
— Yeter, dedi kadın, kocasının kollarını tutarak. “Yeter! Akşamdan beri çıkardığın hır yetmezmiş gibi şimdi de komşularla mı dalaşacaksın? Çocuk hala dönmedi!”
– …
— Git de bir bak ona!
– …
— Sen gitmiyorsan, ben gideceğim!
– Otur, oturduğun yerde, dedi adam.
Aceleyle giyinip kapıdan çıktı. Yatsı ezanı okundu.
Anne, balkondan önce sokağa, sonra yıldız yıldız yanan şehre yeniden baktı. Korkmaya başladı. Endişeliydi: “…Çocuk acaba niçin gecikmişti? Babaannesinde olmadığına göre nerede olabilirdi? Fırına giden çocuğun şimdiye kadar dönmesi gerekmez miydi? Yoksa başına -Allah korusun!- kötü bir şey mi gelmişti?”
Anne, soğuk soğuk terledi. Korku ve endişe, içinde gittikçe yumaklanıyordu. Bir an kocasının peşinden sokağa çıkmayı düşündü. Laf işitecekmiş umurunda değildi. Söz konusu olan biricik oğluydu. Bu gecikme hayra alamet değildi. Kadın, balkondan sokağa son kez baktı.
— Oh çok şükür! Sana binlerce şükürler olsun Allah’ım, dedi.
Çocuk önde, baba arkada geliyorlardı. Kadın içeri girdi.
Baba, çocuğu omzundan tutup tekrar sarstı:
— Söyle bakalım, bir daha bayat ekmek alacak mısın?
Çocuk ağlamaklı cevap verdi:
— Bütün fırınları gezdim, ekmek yoktu babacığım.
— Madem yoktu da niye hemen geri dönmedin?
— Ancak sordum babacığım!
— Sus! Ancak sormuşmuş(!) Senin yüzünden bugün teravih namazına dahi gidemedim!
Çocuk, eve yaklaşınca ağlamaya başladı.
— Sus, ağlama!
Çocuk, yeniden sakındı; elini ensesine yeniden götürdü.
— Peki babacığım.
— Söyle bakalım sen adam olacak mısın?
— Olacağım babacığım!
— Bir daha böyle hata yapacak mısın?
— Yapmayacağım babacığım!
— Beceriksiz olacak mısın?
— Olmayacağım babacığım.
— Sus! Sus ağlama! Sesini yükseltme! Yavaş yürü!
— Peki babacığım!
— Şimdi gir içeri.
Çocuk, son kez sakındı; elini ensesine son kez götürdü. Eve girdiler. Annesinin kucağına arzu ile atıldı. Hıçkıra hıçkıra, bağıra bağıra ağlamaya başladı. Anne, çocuğu bağrına basıp öptü. Her tarafı ter içindeydi. Yanakları alev alev yanıyordu.
— Sus canım sus! Tamam tamam…
Birden ensesinin kızarıklığını, yüzündeki parmak izlerini fark etti. Kocasına baktı. Sesi ilk defa bu kadar hiddet doluydu:
— Nasıl gücün yetti acaba? Şu çocuğun ensesine bak! Hiç mi vicdan yok sende? Bütün mesele bayat ekmek için mi? Bu kadar mı düşkünsün midene? Peygamber efendimizin bile bir kuru ekmekle, bir hurmayla iftar ettiği hiç mi aklına gelmedi? O mübarek insan çocuklarına böyle mi davranırdı? Hiç mi çocuk olmadın sen? Hiç mi hata yapmadın? Baba, şefkat demek değil mi, baba, huzur demek değil mi? Baba, güven demek değil mi?
– …
Anne çılgına dönmüştü. Gittikçe kısılan, boğulan bir sesle devam etti:
— O zavallı yavrumun bu gün oruçlu olduğu hiç mi aklına gelmedi? Söyle, oruç niçin tutulur?
– …
Annenin son sözleri, babanın bütün vücudunu bir elektrik şoku gibi sarstı. “Demek o bugün oruçluydu!” Yüreğine iki damla zehir düştü. Yavaşça koltuğun ibiğine oturdu. Bir şey diyecekti sesi çıkmadı. Çocuğun hıçkırıkları daha çok duyuldu. Sofra çocuk için yeniden kuruldu. “Demek hâlâ oruçluydu!” İçi bir başka yandı.
— Yemem, dedi çocuk sadece annesinin duyabileceği bir sesle: “Su!” dedi.
İftarını açması için abla, çocuğa su getirdi. Baba odada duramadı. Odaya sığmadı. Dağıldı, bütünleşti; ezildi, suçlandı.
Sessizce öbür odaya geçti.
Çocuk, sofraya annenin ısrarıyla oturtuldu. Titriyordu. Hiçbir şey yemedi, yiyemedi.
Baba, hiç isteği olmadığı halde eski bir gazetenin sayfalarını rastgele çevirip okumaya çalıştı. Okuyamadı, huzursuzdu.
Öfkenin yerini pişmanlık almıştı. Ellerine baktı. Titriyordu. Bu koca koca ellerle vurmuştu onun incecik suratına, ensesine. Derin bir vicdan azabı duydu. Ağlamasını bile çok görmüştü. “Sus!” demişti. “Sesini çıkarırsan gebertirim seni!” Zavallı çocuk, hıçkıra hıçkıra içten ağlamıştı. “Peki babacığım!” demişti. “Ağlamam!” Her tarafı terden, gözyaşlarından ıpıslaktı.
Öfke gözlerini kör etmişti. Çocuk önde, kendi arkada yetiştiği yerde vurmuştu. Ne kötü adamdı kendisi ne vicdansız insandı!
Lanetler okudu kendine.
Durup dururken kızına hakaretler etmiş, karısına bağırıp çağırmıştı. Bir akşam yemeğini zehir etmişti. Hayır hayır, bu alelade bir akşam yemeği değildi, iftardı! İftar… Doğru söylemişti karısı, oruçlu insanların daha bir yumuşak, daha bir affedici olması gerekmez miydi? Şefkat, Peygamber Efendimizin özelliği değil miydi? Geçen cuma hutbesinde hocanın söylediklerini hatırladı. Oruçlu insanı tarif ediyordu. Ne demişti hoca: “…Onun dilinin iftarı, güzel sözdür; gönlünün iftarı, güzel duygulardır; elinin iftarı, onu hayırlı işlerde kullanmaktır; gözünün iftarı, güzelliklere bakarak yüce Rabbinin kudret ve gücünü anlamaktır. Aklın iftarı, insanlığa, ailesine huzur verecek davranışlarda bulunmaktır!” Aslında böyle bir insan değildi kendisi; kırıp döken, bağırıp çağıran… Pişmandı.
Baba, oğlunun bu gün oruçlu olduğunu yeniden hatırladı. Aynı engerek zehri içine bir kez daha düştü. İçi bir başka yandı.
Boğazına kuru kuru şeyler düğümlendi. Yanakları alev alev yandı.
Aynaya baktı. Kendini hiç bu kadar çirkin görmemişti.
Oturdu, başını iki avucunun içine aldı. Sıktı sıktı. Gözlerinin önünden pul pul yıldızlar savruldu. Yüzü avuçlarının içinde ağladı.
Gitse, oğlunu kucağına alsa, sarılsa, öpse ve dese ki: “Seni dövdüğüme pişmanım oğlum! Bir daha olmayacak! Bir iftar vakti, hepinize böyle tatsız bir olay yaşattığım için çok üzgünüm. Öfkeme yenik düştüm. Beni affet!” Olur muydu? Gönlünü alabilir miydi?
Evdekiler, bu ani değişikliği nasıl karşılayacaklardı?
Baba, oturduğu yerden tereddütlüce kalktı. Yüzünü gözünü sildi. Karısı mutfakta bulaşık yıkıyordu. Salonun balkonundan mutfağa geçti. Elleri arkada, bir iki gezindikten sonra sesinin en yumuşak tonuyla:
— Kolay gelsin, dedi.
Sesi titremişti. Karısı sanki duymadı. Duyduysa da hiç seslenmedi. Böylece ilk hamle boşa gitmişti. İçesi olmadığı halde karısından bir bardak su rica etti. Karısı seslenmeden suyu doldurup, masaya ‘küt!’ diye koydu. Adam:
— Teşekkür ederim, dedi. Galiba karısı göz ucuyla kendisine bakmıştı. Sanki eski Ferit gitmiş, yeni bir Ferit gelmişti. Mutfak sandalyesinin ibiğine iğreti oturdu. “Pişmanım!” demek istedi, cesaret edemedi. Oturamadı, yerinden kalktı.
— Ağlıyor mu, dedi kırık bir sesle.
Karısı kısa bir tereddütten sonra:
— Yok, dedi. “Ağlamak hafif kalır!”
— Anlamadım?
— Duvar örüyorsun. İlerde yıkılması zor duvarlar örüyorsun!
Adam, boş gözlerle karısına baktı. “Ne duvarı?” diyecekti, sesi çıkmadı. Anlamıştı. Gözlerini ayakuçlarına düşürdü; düşünceli, suskun öylece kaldı. Biricik oğluyla kendi arasına farkında olmadan nefret duvarları örüyordu. Yüreğinde bir kılıç yarası hissetti. Kendini çabuk toparladı.
Adam, istiyordu ki karısı, “Git çocuğun gönlünü al.” desin. “Baba döver de sever de… Hadi sarılın bakalım!” desin. “Ben onun gözlerinden öpeyim; o benim ellerimden öpsün.”
Hiçbirisi olmadı.
— Aslında benim canımın sıkıldığı onun şeyine… dedi.
Karısı, çıngı çıngı kocasına baktı. Cevap vermedi. Diğerleri gibi bu söz de havada kaldı. Yine istiyordu ki, karısı kendisini desteklesin. “Bir ekmek almasını bilmeyen adamdan hayır gelmez. Uyanık olsun. Sorumluluk duygusunu bu yaşlarda vermek lazım” desin. “Fakat fazla vurmasan iyiydi ya önemli değil; çocuk dediğin baba korkusunu hissetmeli!” Hiçbirisi olmadı. Duyulan tek şey, lavaboya akan suyun sesiydi.
Adam, buzdolabından bir tabağa şeftali doldurdu. Onun şeftaliyi çok sevdiğini bilirdi. Sessizce öbür odaya geçti.
Çocuk, babasını fark etti. Oturduğu divandan biraz daha kenara çekilip, arkasını döndü. Ağlamıyordu, ancak derin derin iç çekip hıçkırıyordu. Yüzü, ensesi kıpkırmızıydı.
Baba, tabağı çocuğun önüne koydu. Çocuk “yok” anlamında omuzlarını silkti.
— Al hadi, dedi babası. “Bunlar senin için.”
– …
Çocuk cevap vermedi. Baba devam etti:
— Kaç orucun oldu bakim? Hımm… Hepsini satın alıyorum. Al, bu yüzlük senin için!
– … !
Çocuk, yeniden omuzlarını silkip, az daha kenara çekildi.
Eliyle kâğıt parayı itti. Almadı parayı. Şeftaliye bakmadı.
Tırnaklarını ısırıyordu. Birkaç kez yeniden iç geçirdi, hıçkırdı. Anlaşılan kendine fena küsmüştü. “Keşke,” dedi içinden babası. “Keşke ellerim kırılsaydı da…” Gerisini getiremedi. Dayanamadı, aniden oğlunu kucağına alıp sarıldı. Öptü, gıdıkladı, başını okşadı, kulaklarını ısırdı, burnunu sıktı fakat güldüremedi, gönlünü alamadı. Çocuğun gözlerinden akan iki damla yaş, babanın yanaklarını ıslattı.
— Biliyor musun oğlum, seni ne kadar çok seviyorum! dedi.
Çocuk, gülmedi, gülümsemedi. Sadece omuzlarını silkti.
— Oğlum! Canım!
Sonunu getiremedi. Getirebilseydi eğer: “Ben hatalıyım. Özür dilerim!” diyecekti. Çocuk, elleriyle yüzünü sakladı, başını iki dizinin arasına gömdü.
— Peki, dedi babası. “İşte yüzüm. Sen de bana vur. Ödeşelim!’
Baba, gözlerini kapattı. Boynunu yana büktü. İnmesini bekledi tokadın. Bekledi, bekledi. İnmedi o tokat. Yanaklarında iki küçük dudak ve oğlunun kor gibi yanan yüzünü buldu.
Sarıldılar.
Anne, gürültüye içeri girdiğinde kız alkış tutuyor, baba ile oğul müzik eşliğinde “Zeybek” oynuyorlardı.