MUSİBET EMARELER

– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT

*

Salkım ve sakit bir güncenin hamurunu yoğurabilmek için olmadık mesafeleri aşıyorum her gün. Yangınlardan yağmurlara deviniyor sarındığım etaminler. Muştulu bir fotoğrafın çerçevesini çiziyor günlerce dizlerinde uyuduğum riyasız kıvrımlar. Şehirlere uymuyor gövdemi sarmalayan seçici geçirgen hücreler.

Adını yanlış koymuşlar. Deva olmalıydı senin ismin. Kim demiş konuşamaz, dili yoktur diye. Herkesten daha derin bir lisana sahipsin. Türlü türlü hasbihallerin, nükteli kompozisyonların var senin. Uzun yorgunluklara huzurun müjdeleyicisidir göğsün.

Kentlerde herkes birbirinin zehirli akrebi… Nefretle sıvadıkları çamurlu çemberlerle sarılı etrafları… Cehennem çukurlarına iniyor kırık dökük merdivenleri. İklimleri çetin, fırtınaları dik başlı. Reçeteleri, ağılı kapsüllerle dolu…

Nereye gitsen anlamsız bir insan kalabalığı… Oysa insanlar yalnızlık hummasının demirden pençeleri arasında bitkin ve yaralı. Boş gevezelikler, sadakatsiz gidişlerle atıyor zamanın ritimsiz kalbi. Hayatları derin kuyu. Yaşadıkları kent Afrika’nın en büyük çölü.

Bilincimde tasarladığım bir felsefenin peşine takılıp bu yüzdendir metre karene yağmur olarak düşüşüm. Kendimsiz olduğum boşluklarda kendimi bulmak arayışıdır atmosferinde kural tanımazlığım. Boynumun üstündeki giyotinden kurtulma isteğidir himayene sığınışım.

Seni bulalı beri tenha değil artık kalbimin köşeleri.  Hile tanımaz dostlukların, kirpiklerimin ucundaki yaşamı bile değiştirdi. En büyük sırlarımı paylaşan Ren geyiği, ağır aksak adımlarıyla yürüyüşlerime eşlik eden kaplumbağa… Şefkatli bakışlarıyla içimi ısıtan kirpiden daha batıcı kentlerin acımasız cümleleri… Bana güçlü olmayı öğreten başımın üstündeki kartallar. Yanı başımdan geçip giden siyah başlı yılan bile incitmeye kıymıyor beni. Hepsine bir isim koydum. Tostos, Çiko, Mercan, Dikenli…

Hışırdayan yapraklarıyla bana ışıltılı melodiler çalıyor meşe, kayın, sedir, kızılağaç. Sağım Akdeniz oluyor o zaman, sol yanım Kız Kalesi. Kırgın bir çocuğun umuduna atlas biçiyorum akçaağaç yapraklarıyla. Avuçlarımı doldurup kentli insanlara dupduru bir nefes gönderiyorum. Yeni fidanlar dikiyorum devrilen ağaçlar yerine. Seviyorum ümide figüran olmayı. Bebeklerin göz bebeğine eş bir miras bırakarak dünyadan ayrılmayı.

Kırk beş yaşındayım. Unutmuyorum erozyonla toprak altında kalan yedi yaşındaki Ediz’in anne ve baba figanlarını. Ediz benim çocukluk arkadaşım, Ediz benim sol yanımdaki sancım. Oysa koca çınarlar, iğne yapraklı ladinler olsa, Ediz hiç konuşmamak üzere susmayacaktı. Ebedi kanamayacaktı kesilen şahdamarı. 

Bir haftaya yakındır sacdan çatılara, beton duvarlara tabi olmuştum. Malum ekmek parası, hayat kavgası… Şuramda; tam yutkunduğum noktada, karanlığa çalan bir sancının palazlandığını hissettim, dostlarımdan ayrı kaldığım zaman diliminde. Neyse ki arkama alınca sıra sıra dizilmiş konutları, kurtulacağım kifayetsiz sancılarımdan.

Tenime takılınca kentin umarsız çığlıkları, yolunu tuttum yıldızlı sığınağımın. Bu defa akşamın çalar saati çalınca geri dönmeyeceğim. Biraz zorladı ama tahta, çalı çırpıdan yaptığım küçük bir kulübe inşa ettim kuşların çengisiyle şenlenen. Üç beş gün aç kalmayacak kadar azık… Baba yadigârı sepet eşliğinde hızla akmaya başladım ıhlamur kokularına doğru.

Gerilmiş tel misali tuhaf bir gerginlik var nedense gökyüzünün kadranında. Sığırcık, ispinoz, baştankara cıvıltıları çoktan takılmış olmalıydı bulutların teleğine. Ağırlaşmış kül rengi bir edası var ayağıma takılan çimenlerin. Tersine attığını hissediyorum sebepsizce kalbimin. Hayır, mutlaka bir sebebi olmalı göğsümü zorlayan bu baskının. Çarmıhtan kurtulmuş kelebeklerin erkinliğini yaşıyor olmalıydım oysa.

Hani nerede benim dostlarım? Safir yüreğinde dinceldiğim Tostos, Mercan, Dikenli… Gölgesinde mana bulduğum sedir ağacım. Rüzgâra ters yönde kurduğum sırça sarayım. Şaşkınım. Avazım çıktığı kadar bağıracağım, sesimi bulamıyorum. Resmini çektiğim yarınların tuz buz olmuş yıkıntıları eşiğinde, kırık bir dal ucu kadar yarınsızım.

Ağrı’daki çocuğun düşüydün. Edirne’deki gencin umudu… Halise teyzenin soluğuydun. Fikret dedenin akciğeri… Menzili olmayan ölümün kollarına kim attı savunmasız bitki ve hayvanları. Bir ses bütün yeryüzünü hıçkırıklara boğuyordu. Dişbudak ağacı ağlıyor, kırık kanatlı bir kırlangıç arta kalan külleri eşeliyordu. Çırılçıplak kalmış bir çocuğun umudu, soyunmuş hıçkırıkları duyuluyordu. 

Musibet yangının emareleri, sivri dilli bir hançeri aynı yerden defalarca kalbime batırıp çıkarıyordu.  Tünellere açılan bir dünyanın doğmamış sabahlarını kemiriyordu bir kunduz. Beli kırılmıştı geleceğe açılan muştulu pencerelerin. Acıların devindiği kalbimde, kovulmuş şeytanın ebedi lanetine havale ettim gözü dönmüş katilleri. Sırtımda baba yadigârı sepet, damarlarımda hüzün yağması bir öykü ile dönüş yolunu adımlaya başladım. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Facebook
Twitter
YouTube
Instagram