Uğur DEMİRCAN
*
Yüzü şişmiş sanki. Çocukluğunda kardeşiyle oynadığı o amuda kalkma oyunundaki gibi, büyük bir basınç hissediyor başında. Bunun olacağını söylemişlerdi aslında, hatta alıştı bile. Hissedebildiği tek bölgesi başı sonuçta. Bu basınç hissi bile sevindiriyor, vücudunun yüzde seksenini hissedemeyen birini. Gerçi artık bunun fazla bir anlamı kalmadı. Yavaş yavaş ölüme giderken özellikle.
Her şey çok güzel aslında. Tam da istediği gibi. Sonsuz bir sessizlik içinde yavaş yavaş kayıyor. Sessizliği bozan tek şey kendi nefesi. Alıyor, veriyor. Alıyor, veriyor.
Ailesinde karşı çıkmayan kalmamıştı neredeyse. O hiç birine aldırmamıştı. Düşünme yeteneği henüz yerindeyken -ki ömrünün çoğunda elinde sadece bu yetenek vardı- bu kararı vermiş olmaktan mutluydu. Bir de kendi devleti izin vermiş olsaydı her şey daha rahat hallolacaktı. İş biraz uzamıştı ama şirket gerekli bağlantıyı kurmuş ve Çin’den çıkmıştı yukarıya.
Uzayda şimdi. Onu yukarı çıkaran mekikten ayrıldı. Sadece astronot giysisi ile, güneş sisteminin dışına serbest şekilde ilerliyor, adeta kayıyor. Onunla birlikte dünyadaki birçok kişi de aynı rotada ilerliyor, başlığındaki kamera sayesinde.
Dünyanın önde gelen bilim insanlarından biri. Fizik ve astrofizik alanlarında üniversitelerde kürsü sahibi, kitapları okullarda okutulan, defalarca Nobel aldı. Üstelik tüm bunları sadece kafası çalışırken yaptı. Çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu, boynundan aşağısı tutmuyordu.
Ömrünün son yıllarına geldiğini hissediyordu epeydir ve o da bu kararı vermişti. Gerekli izni alarak, geri dönüşsüz bir uzay uçuşuna çıkmak, daha doğrusu kendini boşluğa bırakmak istiyordu. Ölmeden önce son gördükleri, insanoğlu tarafından daha önce çıplak gözle hiç görülmemiş şeyler olmalıydı. Oksijeni bitinceye kadar gidecek ve sonunda bir noktada ölecekti. Bedeni ise belki yıllarca, o ömrünü izleyerek geçirdiği gökcisimlerinin arasında, oradan oraya dolaşacaktı.
Ne Nasa’dan ne de devletin diğer kurumlarından böyle bir izin çıkmadı. Bir anlamda Ötenazi demekti bu. Televizyon programlarında bu isteğin etik olup olmadığını tartıştı insanlar haftalarca. Fakat o yılmadı. Önce sponsor bir şirket buldu, gerisini onlar halletti. Tabi bu anlaşmanın karşılığında firma da gelir sağlayacaktı. Bir kamera ile yirmi dört saat yayın yapılıyor şimdi ücretli bir internet kanalından. Kayıtlı izleyici sayısı, tüm dünyada milyonlarla ifade ediliyor.
Dünya, arkasında kaldı şimdi. Yavaşça ve sessizce ilerliyor. Güneş sisteminin dışına doğru gidebildiği kadar gitmek amacı. Başlığındaki kamera en son teknoloji. ‘İnsan gözüne en yakın kamera’ diye lanse edilmişti. Kamerayı üreten marka da şirketin finansörleri arasında. Hubble gibi teleskopların daha önce gösteremediği kadar net görüntüleri dünyaya gönderecek, insanlığa son keşfini de yapmış olacak bir bakıma.
Başlığında kamera var ancak sesli iletişim sistemini kendisi özellikle istemedi. Ne dünyadan ona ne de ondan insanlara ses gitsin istemiyordu. Bunu, oksijeni bitme aşamasına geldiğinde neler söyleyebileceğini kestiremediğinden istemişti biraz da. Sevenlerini üzmek istemiyordu. Hatta belki de kendisi ölecek ama kamera, bozuluncaya dek gittiği yerleri gösterebilecekti; kim bilebilirdi?
İlk bir kaç saat tahmininden de sorunsuz geçti. Nasıl hareket etmesi gerektiğini biliyordu zaten. Fırlatmadan önce iki hafta, bir havuzda eğitim almıştı. İçinde, uzay istasyonuna benzer bir sürü makine olan dev bir su tankında, yanında bir kaç balıkadamla astronot giysileri içinde yüzdürülmüş, olası tüm davranışları ve giysinin kullanımını öğrenmişti. Sırtında ‘Safer’ adı verilen bir itiş sistemi vardı örneğin. Azotu bitinceye kadar, kendini gökcisimlerinin çekimlerine girmekten bununla kurtaracak ve yoluna devam edecekti. Bunu kumanda edebilmek için, ağzıyla kullanabileceği bir aparat bile yapılmıştı.
Sessiz boşlukta ilerlemekten sıkılmaya başladı bir süre sonra. Sessizliği bozan tek şey kendi nefesi. Alıyor, veriyor. Alıyor, veriyor. Bu sonsuz karanlıkta yüzerken geçmişten anı parçaları geliyor şimdi gözünün önüne. İlkokulda -ama hangi ders olduğunu hatırlamıyor- büyüyünce ne olmayı düşlediklerini yazmalarını istemişti öğretmeni. Uzay gemisi kaptanı, demişti o. Gülmüşlerdi ona. Öğretmeni de o doktor, itfaiyeci yazan arkadaşları da gülmüştü ona dakikalarca. O gülmemişti ama. Öğretmen olmak isteyen arkadaşının bir firmada fotokopici, doktor olacak olanınsa benzincide pompacı olduğunu görmüştü büyüdüğünde. Kendisi astrofizik doktorasını verirken.
Işık parlaması gibi bir şey oldu bunları düşünürken. Gözlerini kırpıştırdı. Bekledi. Tekrar oldu aynısı. Bu sefer daha parlaktı. “Radyasyon kaynaklı ışık parlamaları görebilirsiniz” demişti üssün doktoru. Normaldi ama yine de garip geliyordu. Dünyayı sessizce geride bırakırken, onu karşılamaya, dış uzaydan fotoğrafçılar gelmiş gibi. Flaşlar ardı ardına patlıyor!
Dünyanın yörüngesinden çıktıkça, ilerideki karanlıkta yeni yıldızlar beliriyor. Onlara yaklaştıkça aralarında binlerce yeni parlak nokta daha ortaya çıkıyor. Birçoğunun ismini biliyor hatta bazılarına da o vermişti isimlerini. Ancak şimdi dünyadaki kayıtlı bilgi dışında başka bir bilince erişiyor yavaş yavaş. Şimdi onların sahasında ne de olsa. Hatta bu ev sahiplerinin kendi isimleri var belki de!
Mesela şu ‘HD-1911-74’ olmalı. Akrep takımyıldızına dâhil bir yıldız ama onun bu kadar güzel olduğuna ilk kez şahit oluyor. İçten dışa önce beyaz, sonra mavi ve sarı renkte ışıldıyor, dışında da muhteşem bir mehtap bu kusursuzluğu tamamlıyor. Belki de bunun adı ‘EDİLAH’tır yıldızlar dünyasında, kim bilir? -Bu sözcüğün aklına nereden geliverdiğini hiç bilmiyor. Eski bir filmden mi acaba?-
Dünyadaki insanlar HD-1911-74′ ün düşük çözünürlüklü fotoğrafını görmüşlerdi ama bu net haliyle, EDİLAH ile yeni tanışıyorlar. Buna sebep olabildiği için bile yeterince mutlu. Yaptığına değdi bile şimdiden!
Oksijen seviyesi azalırken, ilerlemesi devam ediyor. Yön duygusunu kaybetti artık. Sözcüğün tam anlamıyla akıyor. Sessizliği bozan tek şey kendi nefesi. Alıyor, veriyor. Alıyor, veriyor. Birden aklına daha önce hiç düşünmediği bir şey geliyor. Ya kameranın bağlantısı kopmuşsa? Ses iletimi olmadığı için bundan emin olamıyor. Bu olasılık tartışılmıştı elbette toplantılarda. Radyo frekanslarını bozacak olağanüstü bir etki beklenmiyordu rotası üzerinde. Ama ya olmuşsa olağan dışı bir şey? Dünyadakilerin izlediğini sanıyorsa ama kimse bir şey göremiyorsa? Yayın yapılmadığını görünce kapatmışlarsa ve unutmuşlarsa onu? İşte bu düşünce tedirgin ediyor onu. O an ilk kez korkuyor. Kendini yapayalnız hissediyor birden. Acaba insanların izleyecek olması mı ona cesaret vermişti? Kamerasız olsa hiç çıkmaz mıydı bu yolculuğa? Çıkamaz mıydı?
“Bir kez olsun cesaret edemeyecek misin sen?”
O küçük kızın sesini, hem de yıllardan sonra bu kadar canlı bir şekilde duyabildiğine inanamıyor! Ağaca çıkmıştı ve inemiyordu o gün. Çocukluğundaki evlerinin arkasında, koruluktalardı. Yan komşularının kızı, o dönemdeki en yakın arkadaşıydı; belki de ilk aşkı denilebilirdi.
Ağaca çıkmıştı kızı etkilemek için; şimdiyse inemiyordu. Yükseklik onu çok korkutmuştu. Kızın yalvarmalarına hatta azarlamalarına rağmen saatlerce inememiş, ailesi indirmeye gelinceye kadar da ağacın üzerinde kalmıştı. Babası korunun girişinde görününce, son bir gayretle inmeye çalışmıştı. Babası gelirse onu hem kurtaracak hem de bütün akşam söylenecekti. Sonra yemeğe gelen konuklarına anlatacaktı oğlunun bu beceriksizliğini. Annesi onu susturmaya çalışacak ama o coştukça coşacaktı. Kendisi madalyalı bir askerdi ama oğlu tıfıl bir kitap kurduydu. Bir ağaca bile doğru düzgün çıkıp inemiyor, diyecekti. Bunu ona dedirtmemeliydi bu sefer!
“Bir kez olsun cesaret edemeyecek misin sen?” Yoksa bunu babası mı söylemişti? Sesler birbirine karışıyor şimdi.
Ayakkabısı kaymıştı; onun suçu değildi. Sırt üstü düştüğü toprağın tümsek olmasının sebebi, içinde gizlenmiş bir kayaydı; bu da onun suçu değildi. Omuriliğindeki hasar, kalıcı olmuştu. Babası ise söylenmeyi bırakmıştı artık. Hiçbir şey söylemiyordu hatta.
Hastanedeki yatağının yanındaki monitörden sesler geliyor. Bazen bu bip sesleri, metalik bir kadın sesine dönüşüyor: “Oksijen kritik seviyede!”
Siyah kumaşın üstünde beyaz, kırmızı, mavi, ışıl ışıl parlayan simler görüyor. Yıldız mı onlar yoksa annesinin gece elbisesinin pulları mı ayırt edemiyor. Hastaneden dönüşünde parti veriliyordu evlerinin bahçesinde. Annesi simsiyah ve parlak elbisesinin içinde yine çok güzeldi. Aylarca hastane odasında başucunda yatmış, şimdi bu partiyi belki de en çok o hak etmişti. Konuklar eve sığmamış, Temmuz gecesinin verdiği imkânla bahçeye taşmışlardı. Onun yatağını da taşımışlardı verandaya. Oynatabildiği tek yeri olan başını bir sağa bir sola döndürüyor insanları izliyordu. İkinci kattaki pencereden de babası izliyordu onun bu halini. Bir an göz göze geldiler babasıyla. Sonra içeri girdi babası perdeyi havalandırarak. Bir ışık parladı içeride. Tok sesli bir parlamaydı.
Yıldızlar ışıl ışıl parlıyorlar şimdi dört bir yanında. Annesinin elbisesi gibi sarıp sarmalıyor onu evren. Dünya artık çok gerilerde. Görünmüyor. Monitör susmuş. Kaskın dışında olduğu gibi içinde de hiç ses yok. Nefes sesi bile susmuş. O ağaçtan daha çok yükseklere çıktı şimdi. Bu kez inmeyecek.
Çok güzel bir öykü. Yazarı Uğur Demircan’ın eline sağlık.