On (6) Şubat, Kahramanmaraş
“Anne ne kokuyo?” Cevap vermedi kadın. Kadın sıska, kadın zayıf. Her hali tedirgin. Adamın yüzüne baktı. Adam uzun, iri yarı, saç sakalı birbirine karışmış. Adam gergin, adam sinirli. Hoşnutsuz bir şekilde buruşturdu yüzünü. Bıyıklarının arasından konuşur gibi:
“Getirme dedim sana şu çocuğu!”
“Nereye bırakayım bey… Şu kıyamet gününde!” Adam yedi sekiz yaşlarındaki oğlunun elinden tuttu. Yüz metre kadar ilerideki arabanın içine oturttu.
Onları izleyen kepçecide on günün yorgunluğu. Elli, belki yüz dönümlük Kapıçam tarlasını eşiyor, insandan fidanlar konulunca, üstünü kapatıyordu. Evi ağır hasarlı, eşi çocukları perişan. Şükür hayattalar. Değil, şimdi yas vakti değil. Ailesini bir çadıra yerleştirmiş, iş makinesi operatörlüğü vasfından dolayı buraya gelmişti. Bedenen ve ruhen yorulmuş, tükenmişti. Yok, bitmeye tükenmeye hakkı yoktu. Fidanları son sargununa kavuşturmak gerekti. Genelde ceviz fidanları dikmek için kullandığı küçük kepçe ile bir sırayı daha bitirmiş, insandan fidanların toprağa yerleştirilmesini bekliyordu. Ardından üzerlerine toprak ekecekti. Önündeki cenaze de yerleştirildi. Cenaze sahibinden onay alınca toprağı iteleyip, mezarı kapattı. Mezar başındaki sayılı kişi dua edip duasını bitirdi. Fatiha için eller yukarı kalktı .
Dağlar yürümüş, sular tersine akmış, ovalar çatlamış. gökyüzü şaşkın. Rüzgar ne yana eseceğini bilmiyor. Arştan gelen emri tecelli ettirmekle görevli yer yüzü suçlu, yer yüzü mahcup duruyor. Buz gibi hava insanın iliklerine kadar işliyor. Çehreyi yakan ayaza, rüzgâra ağaçlar aldırış etmiyor. Yasa, acıya, gözyaşına ortak oluyor. Öfke dinmemiş, her birkaç saatte, büyük öfkenin artçıları yeniden silkeliyor yer yüzünü. Gök gürlemiyor, yıldırım çakmıyor, yağmur yağıyor ama bardaktan boşanmıyor. Hafif, ince ince toprağı suluyor. Yerin öfkesini almaya çalışıyor.
Şehrimatem şaşkın, Üşümek, acıkmak, susamak yasak. Küçük kıyametin üzerinden on gün geçmesine rağmen cenaze araçlarının biri geliyor biri gidiyor. Her cenaze aracının kapısı açılınca çok az tanık olunacak ve asla unutulmayacak bir koku. Acı, eksi, küf kokusu. Bir bambaşka çürümeye yüz tutmuş insan bedeni kokusu.
Kepçenin bir küçüğü, kazmanın çok büyüğü bir iş makinesi, boydan boya fidan çukuru gibi çukurlar açmış. On gündür enkaz altında bekleyen bedenleri toprağı ile buluşturmak için var gücüyle çalışmaya devam ediyor. Her fidan çukuru başında sekiz on kişi. Beklenilenin aksine ne haykırış, ne feryadıfigan. Her fidan çukuru başında içli içli sessiz ve derin ağıtlar.
“Müsaade edin arkadaşlar!” Kepçeci ve duayı bitirmek üzere olan diğer insanlar sese doğru başını çevirdi. Otuz yaşlarında uzun ince bir genç adam, arkasında sekiz, on kişilik bir kalabalık. Kucağında beyaz kefene sarılmış henüz üç dört yaşlarındaki çocuğu ile yaklaşıyor.
“Balım, al yanaklı kızım, kiraz dudaklı kızım, senle yeniden doğmuştum, yeniden kundağa sarılmıştım ya ben. Beşikte sallanmış, sütten kesilmiş, yeniden üç yaşında olmuştum ya ben…”
Genç adamın gür dalgalı saçları toz toprak içinde. Sararmış benzi, matlaşmış gözleri. Yine de temiz, pak ve aydınlık bir güzelliği var. Hiç kimseyi duymuyor, hiç kimseyi görmüyor. Bir göreve odaklanmış beyni. Programlanmış robot gibi ağır ağır, usul usul yeni açılmış fidan çukuruna, taze mezar yerine yaklaşıyor. Kenara çekilip yol veriyor insanlar. Arkadaki kalabalığın meraklı insanlara verdiği cevaba göre, mevta henüz üç yaşında bir kız çocuğu.
Genç adam İyice yaklaşınca durdu mezar çukurunun önünde. Şöyle bir izledi kızının ebedi güzergahını. Ayak ucuna koydu mevtayı. Çevik bir hareketle mezarın içine girdi. İçeriyi kolaçan etti. Kalabalıktan bir kişi yaklaştı. Mevtayı alıp kendisine verecekti muhtemelen. Şahıs mevtaya uzanınca genç adam sağ elini “dur” anlamında yukarı kaldırdı. İri kara gözleri ile öyle sert bir bakış attı ki öylece kalakaldı diğer adam. Kimse dokunsun istemiyordu yavrusuna.
“Balım, tırnağına taş değse, gözünde tek damla yaş olsa kavrulurdu içim yanardı ya benim …”
Üç beş dakika boyunca mezarın içinde eliyle düzenlemeler yaptı. Kızının yatağını hazırlar gibi otlardan, sivri taşlardan, çakıllardan, kayalardan temizledi. Doğrulup aldı kızını kucağına. Kepçenin açtığı yere özenle yerleştirdi. Tahtalara dokundu yumuşak. Önüne tahtadan set yaptı. İncitmek istemez gibi tahtaları itinalı bir şekilde yerleştirdi. Az önce yardıma gelen adamın el vermesi ile yukarı çıktı sonra. Yukarıdan, sargını toprak örtünmeden bir daha baktı kızına. Herkes onu izliyor, kepçeci tamam işaretini almak için bekliyordu.
“Balım, hani bukle bukle saçların gelirde gözünün önüne, sol elinin tersiyle iterdin arkaya. Boncuk boncuk gözlerin güneş gibi parlardı. Yuvarlak yuvarlak bal dudakların, babacım… babacım… Derdi de içim erirdi benim ya…”
Genç adam duramadı. Geri indi içeri. Tahta aralarında açık kalan birkaç yer vardı. Oradan ak kefen gözüküyordu. Uygun taşlarla kapatmaya çalıştı. Hayat durmuş, nefes almak yasaklanmış, dünya dönmeyi bırakmış, herkes onu izliyordu. Bir kaç dakika sonra tekrar dışarı çıktı. Hava sertleşmiş, ayaz insanın çehresini yakar olmuştu. Beyaz teninin elmacık kemikleri kıpkırmızı olmuş, mezara girip çıkarken destek aldığı dizleri çamur olmuştu. Dal gibi titremeye başladı. Yer gök temaşaya başladı. Yanına birkaç kişi yaklaştı. Bir şeyler diyorlardı ya ne! Sözün hükmünü yitirdiği, kulakların en teselli edici söze sağır kaldığı anlardı. Duymuyor, işitmiyor, konuşmuyordu.Yine içine sinmedi. Tekrar atladı mezarın içine.
“Balım, sabahları erkenden kalkıp işe giderken sarılırdın bacaklarıma, gitme babaaa bugün işe gitme derdin ya …”
Yaklaştı kızına. Küçük çakıl taşları ile son delikleri de kapattı. Etraftan avuçladığı çamurlar ile sıva yapar gibi tahtanın aralarındaki ince boşlukları kapattı.
Beyaz kefenin hiçbir noktası gözükmesin istiyordu. Evladının bedenine zarar gelmesin diye özen gösteriyordu. İşi bitince çevik bir hareket ile çıktı yukarı. Olanları izleyen kepçeci ile göz göze geldiler. Yalnızca genç adamın duyacağı şekilde:
“Tamam mı?” Diye sordu kepçeci. “Evet!” anlamında başını salladı genç adam.
Eli ile köşede bulunan yumuşak toprakları gösterdi. Kepçeciyi önce yumuşak toprak atması için uyardı. Beş dakika sonra küçük beden son sargununa, toprağına kavuştu.
Görevlilerin verdiği, üzerinde kızının adının ve numarasının yazdığı işaret tahtasını kendi eliyle yerleştirdi .
“Balım, salıncakta sallarken sen, neşeli gülüşlerin inletirken alemi, bir gülüşüne ömrümü verirdim ya!… Balım, biy. İkiii. Üüüüç, döööyt diye sayışın vardı ya!”
Dualar edildi. Fatihalar okundu. Acı ritüel bitince hareketlendi grup. Usul usul yürümeye başladılar. Genç adam her üç beş metrede bir geriye dönüp baktı. Dönüp baktı.
Hiçbir baraj kaldıramazdı bunca yükü. Yerde, gökte hapsedilen gözyaşları, patlayan baraj kapağı misali boşaldıkça boşaldı.
Genç adam ilelebet bu acıya mahpustu.
Genç adam daha gözyaşlarından mahfuzdu.
*
VEDAT ALİ KIZILTEPE