Saat beşte uyanmıştım. Hava çok soğuktu. Otogarda otobüsü bekliyordum. Otobüsler peronlara hızla geliyor, eski yolcular iniyor ve tekrar yenisi geliyordu. Otobüsten yeni inen çocuklar uykulu gözlerle etrafa bakınıyordu. Kırmızı elbisesi ve terliğiyle önümden yaşlı bir kadın geçti. Dolgun burnu, çenesi ve alnıyla orantılıydı. Esmer tenine düşen saçları özensizce bağlanmıştı. Elinde yalnızca küçük çantası vardı. Perona yeni gelen otobüse doğru sakince yürüdü. Aynı otobüse binecektik. Arkaya doğru ilerleyerek gözden kayboldu.
Yolculuk uzun sürmemesine karşın sıkılıyordum. Molalarda gördüm sadece kırmızı elbiseli kadını. Tek başına iniyor, yine aynı sakin tavrını takınarak yerine geçiyordu.
Cam kenarından ayırmıştım biletimi. Yol boyunca uzanan ağaçlar, derme çatma evler; yolculara eşlik ediyordu. Hızla geçtiğimiz kasabaların önündeki yaşam bir şekilde sürüyordu. Bob Ross tablolarından fırlamış ağaçlar sanki fırça darbesiyle oraya dikilmişti. Hiç sıkılmıyorlar mıydı asırlardır orada durmaktan? Orman olmak mıydı onları tutan yoksa ayıran?
Sıra sıra işlenmiş çitler pek de önemsiz görünen bu bahçelere anlam yüklüyordu. Direkler tüm kışı geçirmiş sonbaharda eziyet çekiyordu. Traktör yetişiyordu bir yerlere. Bisikletli çocuk bir şeyler yüklüyordu sepetine. Otobüs hızlanmıştı. Yakalayamıyordum bazı şeyleri. Otobüs camına soluk, silik ve ruhsuz nesneler yansıyordu. İnsan suretleri sağa sola çarparak gidiyordu. Düşleri ve düşüşleri de. Kamyonun yanına dökülmüş portakallar ve köpek görünüyordu. Onlar neden ordalar? Uzağa bu kadar yakındılar.
İnegöl’de yolcular indi. Varmamıza az kalmıştı. Heyecanlıydım. Aşağı indim. Eşyalarımı aldım hızlıca. Ve kaçar gibi uzaklaştım. Adımlarımı atarken aniden ağırlaştım. Unutmuştum arkama dönüp bakmayı. Hiçbir zaman bilemeyecektim kırmızı elbiseli kadının hayatını.
*
SADİYE ESMA KARABULUT