– MUSTAFA BİLGÜCÜ
*
Tamam, önce şuradan başlayayım. Evet ya, nereden başlayacağımı bile bilmiyorum. Sağıma ve soluma baktığımda, üstten ve alttan beni kuşatan, adlandırılmış, her yönden üzerime üzerime gelen bu beyaz, büyük ve sonsuz boşluğun ne anlama geldiğini soruyordum kendime. Üzerimdeki beyaz tulum, beyaz ayakkabı çifti, beyaz bilekliğim, beyaz tişörtüm ve beyaz gözlüğüm, genel renk tonu içinde beni gizlemek için bedenime sarılmış gibi gözükmese de bazı anlar kendimi bu hiçlik alanında fark edebileyim diye böyle büründürüldüğümü düşünüyordum.
Yere çömeldiğimde ve sesler duymak için kulaklarımdaki tıkanıklığı gidermek için serçe parmağımla titreşen zara kadar ulaşmaya çalıştığımdaysa sanki; işte şimdi harekete geçti bizimki, dercesine, bir sesin gürültü yapan diğer şeylere emir vererek suskunluk nöbeti zamanının geldiğine işaret etmesine tanık oluyordum. Elimi uzatıyordum olduğum yerde, ayağa kalkmadan, sanki görüş mesafesi yarım metre olan bir sürücünün burnunun ucunu görememesi gibi, korkarak kolumu topluyor ve ayağa kalkmaya çalışıyordum.
Ben buraya aittim. Kendimi bildim bileli buradaydım. Doğdum, emekledim, doğruldum, evrildim ve sivrildim. O zamandan bu zamana kadar geçen sürede birileriyle temas halinde olmayı istedim, ağzıma yemek tutulması, altımın bezlenmesi, kucakta taşınmam, oyun ablalarına ihtiyaç duymam, korunmam ve uyutulmam gerekiyordu. Bebektim ben. Evet, tam bir bebek. Beyazlar içinde kefenlenmiş, minik bir bebe mezarına taşınan bir bebek.
Kapadım gözlerimi. Beyazı dinledim. Beyaza uzandım. Kilometrelerce düzlüğü yürüyerek geçtim, virajsız, köşesiz, kenarsız bir düzlüğün sonuna gelebilmek için beyaz gecesi beyaz sabahına karıştığında gözlerimi kısıp kapatan bu sonsuz döngünün içinde yürüyüp durdum. Sonu yoktu. Geçmişimle ilgili hatırlayabildiğim tek şey, beyaz kadınların yüzlerini gizleyerek annelik rolleriyle bana yanaşmaları ve doğal ihtiyaçlarımı gidermeleriydi. Sonra kimsem olmadı. Sanki bu beyazlar coğrafyasında bir bebeğin başına gelebilecek tehlikeli hiçbir unsur yok gibiydi. O beyaz ve yüzlerini saklayan anne kadınlar; göğüslerini sakınmadıkları, sıcaklıklarını paylaştıkları, kucaklarında taşıdıkları benim gibi bir bebeğin bu coğrafyada asla tehlike altında kalmayacağına inanıyorlardı. Başıma kötü bir şey gelmeyecekti, araba çarpmayacaktı bana, bir kazada uzuvlarımdan birinden ya da canımdan olmayacaktım. Kimse sataşıp kavga etmeyecekti benimle. Gelecek kaygım olmayacaktı. Sıradan ve kadim insan inançları, esir aldıkları ruhumu diğerlerine satabilmek için beni onlara köle olarak pazarlamayacaklardı.
Yürümeye devam ettim. Boşluk, ben yürüdükçe önümde büyüyordu, attığım adımlara eşlik eden bir yoldaş gibi, desteğimden güç alıyordu. Sonunda gına geldi, canıma tak dedi, yoldan çıkmak istedim. Ama ne tarafa gidecektim? Yemeğin ve sofranın önüme serilmeyeceği, ne tarafa dümen kıracağımı tahmin edenlerin ayak izlerimi takip edemeyecekleri, yol olarak tanımlanmayan bir yere doğru yürümek istiyordum. Bu, ya aşağı ya da yukarı demekti.
Durdum. Yere çömeldim ve avuçlarımla işlenmiş pürüzsüz mermerden de parlak ve düzgün zemine dokundum, sonra yine ayağa kalktım. Yukarı baktım. Zıplayabildiğim kadar yukarı zıpladım. Ben buraya sonradan getirilmiş olsaydım hayatının baharında gözlerini kaybeden ve kör olan biri gibi hissederdim kendimi. Geçmişime ekilmiş tohumların yeşermesini sağlayabilmek için çıkış yolu ararken içimdeki değerlerden de olmamam için bir güç beni doğduğum gün bu hücreye tıkmıştı anlaşılan. Zorlamamamın nedeni buydu. Kullandığım mecazların ve deyimlerin bana ait olmadıklarından eminmiş gibi gözüksem de bir şekilde dilimin onlarla oynaşması ve her şekilde kendimi adanmak istediğim o şeylere karşı borçlu kılmak için çabalayıp duruyordum.
Geride, arkada, beyazın büyük yüksekliği ve uzak derinliği ötesindeyse her şey, bu beni niçin ilgilendiriyordu? Kendimi burada bilmiştim. Hareket etmemi isteyen, acıktığımda yememi sağlayan, büyümeme izin veren dadılar haricinde kimseyle tanış olmamıştım. Günlerden bir gün, belki onlardan birini yakalayabilirim, diye düşündüm. Ve bağırdım:
“Sizlerden birini yakalayacağım! Ben buraya nasıl geldim? Nereden düştüm buraya? Bilmek istiyorum. Bilmeyi isteyebileceğim şeyleri öğrenmek için, canınızı yakmadan tuzağa düşüreceğim sizi. Ben, kimim peki?” Sonra bir ses bana şunu diyecek:
“Sen, beyazın tuzağına düşen son mahkumsun. Sonun başında, yolun ortasında, için dışındasın. Yaşıyorsun, ama izin verdiğimiz ölçüde, istediğimiz kadar, dilediğimiz şekilde, belirlediğimiz oranda. Bize şart koşamazsın, istekte bulunamazsın, bizden dileyemezsin. Sen, alınlarına alçaklık damgası vurulanlar gibi şehirlere inmek isteyenlerdensin. Çevrene bakınmana ne gerek var? Arayıp sormak da niye? İşte uzun ve yüksek beyaz duvarlar yok orada, sınırlar ve burçlar da çevrelemiyor etrafını. Aradığın nedir? Bir kapı mı? Bir kapının olduğunu düşünüyorsan seni birilerinin bu yere tıktığını yani dışarıyla bağ kurmak, farklı tercihlerin insanı olmak gibi isteklerin içinde şekillendiğini düşünebiliriz. Sen bizim son araştırma deneğimizsin. Burada doğdun, burada büyüdün, burada on sekiz yaşına bastın. Burada sorguladın. Ne biliyorsun burayla ilgili? Bilmekle olan bağın kalınlığı, yakın çevrendeki fiziki kuralları sorgulayan duyularının seni yönlendirmesiyle doğru orantılı olarak kalınlaşacak. Mesela daha geçen gün düştün, olmayan bir merdivene tırmanmak, yukarı uzanmak, üst beyaz sınır duvarına erişmek isterken. Dizin kanadı, derin soyuldu, canın acıdı ve bacağının üzerinde birkaç adım sektin. Düşmemeyi öğrendin, seni yere çeken kuvvetin üzerine bastırdığında belini bükmek zorunda kalışını tecrübe ettin. Sonra ne oldu? Bedenini tanıdın. Koştun. Baktın. Duymaya çalıştın. Ne için? Bunu sordun. Bu yetiler sana büyük beyazdaki birkaç aydınlık ve benzer gün içinde sıkıntını yenememek için mi verilmişti?”
O haklıydı. Demek ki dışarısı vardı. Orada olanları hayal ettim. Ama aklıma bir şey gelmiyordu. Doğuştan kör bir adam gibi, kimsenin zihnimde canlandırmamda yardımcı olmasına gerek yok, diyebileceğim, sonradan gözlerinden olmak gibi bir durumla karşı karşıya değildim. Bir şekilde yemekleri taşıyan, temizlik yapan, bu büyüklüğü aydınlatıp havalandıran o görevli memur çalışanlardan birini kafesleyip dilini çözmeliydim.
Yürümeye devam ettim. Sonra bir ses duydum:
“Hareket ettiğini sanan serseri,” diyordu ses.
“Kimsin?” diye sordum.
“Ben kim miyim? Balık avlayan tanrı baba. Çarmıhtaki ölü marangoz. Kitaplardaki anlamlı yazılar. Dua edilen, unutulan, kınanan, umut kesilen… Dışarıda olan benim işte, büyük usta. Anlatacağım öyküyü iyi dinle, sonra karar ver buradan çıkmak isteyip istemeyeceğine. Günlerden bir gün, adamın biri uykuya dalar; uyandığında, karanlık gece saatlerinin bedeninden otuz kiloyu çaldıklarına tanık olur. Büyük boy aynasındaki çatlak yansıması, onun eski ihtişamından eser kalmadığını haykırır ve birden çatlayıp kırılıverir. Adam güçten düşmüştür. Tıpkı gençliğinde mangalda kül bırakmayan, sırtında ok ve yayı, altında atı, arkasında kalabalığı olan bir cihangir gibidir eskiden. Yiyecek arar. Balık tutmak için büyük karaların sırtında toplanmış su kabarcıklarını delmek ister. Anlatılanlara göre büyük okyanuslar, durmadan dövülen karaların sırtlarındaki su toplamış yaralardan ibarettir. Karalar savaşlara gebedir, insanların yurdudur. Çalışkan bir işçinin avucundaki nasırlar, oyun çağındaki çocuğun dizindeki yaralar, atından inmeden düşmanını tepeleyebileceğine inanan bir sipahinin omzundan sarkan zırh nasıl bu saydıklarımın bir süsüyse okyanuslar da denilen nedenlerden ötürü karaların vazgeçilmezi sayılmıştır. Sırtını okyanus kadar büyük su torbalarına vermeyen karalar ne kadar kanla sulansalar da sayılmazlar. Demem o ki, bu zat karnını doyurmak için okyanus kıyısındaki bir balıkçı kasabasında soluğu alır. Eksiksiz fırtınaların dövdüğü sahil şeridinde oynayan çocuklara rastlar, balıkçı ağlarını ören annelerin elini öper, teknelerindeki çatlakları ziftle kaptanların ellerini sıkar. Karnının aç olduğunu söyler. Ama kaptanlar balığın olmadığını söylerler. “Bu sabiler bile açlar.” derler. “Peki balıklara ne oldu kaptanlar?” “Balıklara bir şey olduğu yok. Her zaman olduğu gibi deniz derinlerinde yüzmekteler. Ama ya yeteneğimiz köreldiği için yakalayamıyoruz onları ya da yakalanmamak için bin bir uğraş içine giriyorlar.” “Karnınızı neyle doyuruyorsunuz peki?” “Doyurmuyoruz. Bazı şeylerin olması için o şeyleri yaratan musibetlerin belli bir sıra içinde ve sürekli olarak tekrarlanması gerekir. Bize bak. Ne görüyorsun?” “Zayıflamış insanlar…” der. “Dahası da var. Bizlere acıyorlar. Gelecekte de bizlere acıyacaklar. Ölmek için daha iyi bir yol biliyor musun? Gelecekten bahsedeyim sana. O zamanlar insanlar ölmek için acı sularla yıkadıkları gırtlaklarını cerrahlara teslim edecekler, ince işçilik ürünü keskin bıçaklar altında boğazlarını, midelerini, başlarını, bağırsaklarını ve daha birçok yerlerini deldirecekler. Sonra akıl almaz ve sayılamaz çoklukta ölüm metodu konacak insanın önüne. Bizse bunu istiyoruz. Madem öleceğiz, bunun açlıktan olmasını diliyoruz. Gelmesinler, takılmasınlar ağlarımıza, güzel paçalı güvercinlerin gırtlak nameleri, köpüklü ağzı sepetle kapatılmış güreşçi develerin homurtuları, onların sahipleri için ne denli şiir tadında geliyorsa kulağa, bir zamanlar bu dalgalı su kabarcıklarında bata çıka ilerleyip ağlarımıza vuran kuzucuklar da aynı seslenişle belirirlerdi yüzeyde. Şimdilerde yoklar.”
Yürümeye devam ettim. Duymak istemiyordum, onun kim olduğunu bile bilmiyordum, durumum; tıpkı annesinin, tanımadığı insanlarla konuşmamasını tembihlediği bir küçük kızın haline benziyordu.
“Gidebileceğin bir yer yok.” dedi. “Dışarıda olmak istemezsin.”
“Hangi dışarısı?” diye sordum. “Başka bir yer mi? Beyazın ötesinde.”
“Senin yaşayamayacağın bir yer. Katlanamayacağın âdetlerin olduğu, çılgın insanların kol gezdiği bir dünyadan bahsediyorum. Dışarı çıkmak istemezsin. Dışarıda ölümle nasıl tanıştırılacaklarını merak eden; açlıkla, fena marazlarla, ölümcül kazalarla, birbirlerinin kurdu olan katillerle dolu bir dünya var. Orada insanlar birbirlerinin katili olmak için toprakları böldüler, yeni yeni nefret keşifleri yaptılar, biyolojik silah olarak kullanmak için tasarladıkları virüsleri kendi halkları üzerinde denediler, bombaladıkları şehirlerde yaşanmış olayların anılarını unutmak istediler. Dışarıda farklı bir hayat var. Günlerden bir gün… Bir gün, evlat, başka bir tercih peşinde koşan aklı başında bir insan doğdu. O, hayatın kendisine saygı duyuyordu ve yaşadığı her an için şükrediyordu. Fakat bu ideallerinin sürekliliğini ve devamlılığını sağlayamayacağı korkusu içini sardı bir gün. Ne yapmalı diye düşündü. Bir şeyler yapmalıydı. İnsanlar birbirlerinden nefret etmenin yollarını bulmakta ustalaşmışlardı. Bazen takılan bir kolye, yüzük, küpe bile onların nefretlerini açığa çıkartıyordu. Toplu halde zayıf karakterin üzerine oynadıklarında olan oluyordu ve birden sosyal yırtılma denen şey meydana gelip büyük çoğunluk zayıfı eziyordu. Aynı ırktan olduklarını iddia edenler bile ülkelerinin bölünüp parçalanmasına engel olamıyorlardı. Ölümler o zaman başladı. Karmaşa o zaman başladı. Dışarıda sınıflanmış, isimlendirilmiş, bölümlendirilmiş her bir var oluşun diğerine öfkeyle bakacağı bir ayna bulmak mümkündü. O zamana kadar yıkıcı kitlesel imha silahları kullanan, birbirlerinin boğazlarına yapışarak ölüm meleğini davet eden, bağışıklık sistemlerini dağıtarak bedensel kırılganlığı güçlendiren virüsler imal eden insan yeni bir sebeple tanıştı. Kimse buna bir anlam veremiyordu. Ölmenin bilinen yollarından hiçbirini kullanmayan bu vesile, insanın bir anda yere yığılıvermesine neden oluyordu. Tıp bilimi deyim yerindeyse ayağa kalkmıştı. Bu bir hakaret olmalıydı. 2120 dünyasında keşif atlasında satır kaplamayan, bilim arenasında gözden kaçabilmiş, tanım dışı kaldığını bile gözlerden ırak edebilmiş böyle bir durum söz konusu muydu? Vardı. Derhal araştırmalara başlandı. Bu yeni ölüm nedeni, bağlantısını nasıl kuruyordu ve öldürücü gücünü nereden alıyordu? Gerek var mıydı? İnsanlar savaşlar sonucunda yaşamı birbirlerine zehir ediyorlardı, sağlıksız beslenme ve yaşam koşulları, radyoaktif atıklar ve kimyasal serpintiler, yeşertilen nefret söylemleri, ayrılıkçı düşünceler, farklılıkların çatışması sonucu çıkan kavgalar bu yeni ölüm nedenine piyasada tutunamama gibi bir rol vermiş olmalıydı. Ama durum bundan ibaret değildi. Bir gecede otuz kilo vermiş adamı hatırla evlat. Kilo almak, bedenine yükleme yapmak, eriyen ve incelen kas dokusunu protein kaynaklarıyla şişirip yeniden eski sağlığına kavuşmak istiyordu. Hareket ediyor, vücudunu geliştiriyor, ağır spor yapıyordu ama gerekli karşılığı boğazından aşağı bırakmayan doğa ana ona bonkör davranmadığı için bitkin düşüyor, bazen titremeler, dayanılmaz baş ağrıları ve gözlerinin kararması gibi nedenlerle yere yığılıyordu. Et yemek istiyordu, balık tüketmeliydi, çiğ yumurta içmeli ve sağılan hayvanların iç organlarında tatlanıp renklenen değerli sıvıları emmeliydi. Sütün tadını unutmuştu. Dayanılmaz açlık ve bitkinlik, onu vitamin eksikliği nedeniyle yataklara düşürene kadar su kenarından ayrılmadı. İnsanlar onun kadar dayanıklı değildiler. Dudakları kuruyunca, iskelet sistemini taşıyamayacak kadar zayıflayıp eriyen kas dokusu, bu omurgalı ve iki ayaklı hayvanı ayakta tutamayınca insan yere yığılıyordu. Üzerinde sinekler uçuşmaya başlıyor, kafası uzaylı başı gibi armut halinde şişiyor, tırnakları dökülüp işlevsiz beyni ona oyunlar oynuyordu. Bu duruma düşmesinin nedeni, günahlarının bağışlanması için girişimde bulunmayacak olmasının gerek tanrı nazarında, gerekse de kendi tarafınca biliniyor olmasıydı. Bilinmeyen başka birçok neden de vardır belki. Ama olan olmuştur. Ölmek için bir vesile bulmak gerekir. Ölmek için arabanın altına atmak gerekir bedeni, yüksek bir köprünün altından akıp giden boğaz sularının serin dalgalarıyla sıcak vücudunu soğutması gerekir. Bir hastalığa yakalanman gerekir. Sonunu getirecek bir kadına vurulman gerekir. Bir orduya yazılmalısındır. Bir iş sahibi olmalısındır. Bir otomobil satın almalısındır. Yüz yaşına kadar yaşamak istemeli ve yarını hesap etmelisindir. Ya da ölmek için en uygun yol ya da neden, yarın öleceğin bilgisine erişmek istemendir. Burada durum bundan ibaret evlat. Bizler değişemiyoruz. Seni bu yüzden tutuyoruz, saklıyoruz, gözetim ve karantina altında tutuyoruz. Uzak durmalısın, kirliliğin içine işlemesine izin vermemelisin, bu karmaşanın bir parçası olmak yerine akıl sağlığını korumalısın. Yapıyı senin için inşa ettik. Büyük ve sonsuz bir toprak parçası üzerinde kurduk bu beyaz çatıyı. Anneni sana göstermeyeceğiz. Ait olduğu ordu onu, bir topçu çavuşun silahından çıkan mermi yere indirsin diye cepheye sürdü. Senin doğumundan sonraydı. Asıl amaç bağını kopartabilmekti. Burada her şey birbirine karıştırıldı, çiftleştirilmemesi ve eşleştirilmemesi gereken her şey yan yana getirildi ve düzen bozuldu. Bizler tanrıların kafalarını kopardık ve o kopmuş boyna hayvan başları ekledik. Evlerimizi terk edip kışlalarda geceledik. Kadınlarımızı boşayıp hayvanlarla birlikte olduk. Ağzımızdan küfür eksilmez oldu, beyefendiliği unuttuk, devletin işleyişine aldırmadık. Kapıyı arama. Kapı belki var ama uzaklığa bağlı olarak belki de yok. Tıpkı yirmilik bir delikanlı için ölüm nasıl yoksa, doksanlık bir dede için boğucu ve yırtıcı karanlık naralar nasıl kapı eşiğinin ardındaki boşlukta pusuya yatmışsa işte öyle. Onu arama. Senin için.”
Dışarı çıkmalıydım, bu sesin oyununa gelmeyecektim. Üzerine çıkabileceğim, yukarı tırmanıp tavana erişebileceğim basit bir eşya aradım. Aklıma katlanır bir inşaat merdiveni ya da sağlam bir yemek masası geldi. Dışarısı benim için nedensiz ölüm de olsa, bir şekilde yolumda yürüyüp çıkış kapısını bulmalıydım.
“Bana şunu söyle.” dedim. “Madem doğduğumdan beri buradayım, nasıl oluyor da önüme bu büyük beyaz boşluğun içinden sağlam bir masa ya da kalın bir ip çıkmasını istediğimi aklımdan geçirebiliyorum? Bunun anlamı nedir peki? Kısıtlı yaşam standartlarım beni ait olduğum yerin sınırları dışına taşıyamaz. Doğuştan kör biri renkleri bilmez, bir saatin görüntüsünü tanımlayamaz görsel merkezinde, kelimelerin zihin irisine yansıyışı bile onun için geceleyin sokaklarda koşmak gibidir, düşmesi işten bile değildir.”
“Duydukların seni yönlendirmiş olabilir. Buraya temizlikçiler, garson kadınlar, teknik servis elemanları, gözetmenler ve kontrolörler giriyor. Bir şekilde onların sözcükleri işlemiş olabilir bilinçaltına.”
“Mantıklı. Peki ne zaman çıkacağım bu delikten?”
“Dışarı çıkman senin için ölüm demek. Ölümü tanımlayabilmeni isterdim, ama hiçbir ölüm insanın yarım nefesle ve eksik bir bedenle düşe kalka yaşamasından bile iyi değildir. Burada olmayı istersin. Dışarı çıktığında içeri girmek için can atacaksın. Onun tadını aldığında yılan zehri dilini yakmış gibi ağzını burup tüküreceksin. Geri dönmek istediğini haykıracaksın.”
“Bırakın da buna ben karar vereyim. Ne dersiniz?”
“Buna yetkim yok evlat. Ben sadece seninle konuşuyorum.”
“Yasak olmasına rağmen, değil mi?”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Senin kim olduğunu tahmin edebiliyorum. Sen bu aptalca düzeneği kuran deli mühendissin. Yoksa benimle neden konuşmak isteyesin ki? Bu konuşma, işleri sadece içinden çıkılmaz bir noktaya taşıyor. Aklımın karışması için bilerek bilgilendiriyorsun beni.
“Bunu neden yapayım?”
“Dışarı çıkmam için. Çünkü daha önceki çabamı yeterli bulmadın. İşleri hızlandırmak istedin. İşverenlerinin baskısı sonucu üzerime binmek gerekti. Sana yeterli zaman vermiyorlardı. Çok sabırlıydım. Evet, dışarıda olan biteni görmek istiyordum, ama yeterince hızlı ve istekli davranmadığım için baskıyı yedin ve bu şekilde kendini göstermek zorunda kaldın. Dışarıda olanların beni çok ilgilendireceğini bildiğinden hızlı bir başlangıç dersiyle aklımı çelmeye çalıştın. Neden içeride kalmamı istediğini değil de bir şekilde dışarı çıkmak için yanıp tutuşmam gerektiğini, bunun için çalıştığını söylemiyorsun.”
“Sen saçmalıyorsun. Burası senin için kuruldu.”
“Bunu biliyorum, renk körü biri gibi olmamı, kar tarlasındaki biri gibi görme fonksiyonlarımın bozulmasını, duvarsız, tavansız ya da çatısız bir boşluğun içinde beyaza karışıp çözülmemi istediniz. Söyle bana, beni ne zaman buraya kapattınız? Doğuştan mı beyazım yoksa renklerim birbirlerine karıştığı anda mı içeri tıkıldım? Dur, bu sorunun cevabını vermiştin. Doğuştan körüm, öyle mi? Alışıp kabullenemeyeceğim o dış dünya, içinde ana amacı anlaşmak olan siyasi yaratılışların konuşmalarını, örtülü savaşların görünmez namlularını, değişkenliğin kaderine sahip şeytani kişileri barındırıyor, ha? Ne dersin, senin çekip katlandığın bu düzenin tadına acaba bir de ben mi bakmalıyım? İçlerindeki nefret kudurtsun onları, ama ben buradan çıkmayacağım. Ne kendime rağmen, çünkü dışarıya kaçmayı mı yoksa içeride saklanmayı mı seçeceğimi bilemiyorum; ne de sana rağmen, çünkü beni nasıl yönlendirebileceğini düşündüğün an kendi rotanın saptığını görüp kelimelerini değiştiriyorsun.”
“Burada kalmak zorundasın.”
“İyi bildin. Burada kalacağım. Ama tek başıma olmam da gerekiyor. Yani benimle boşuna konuşuyorsun, duvara anlat derdini, çene çalmayı bırak, daha önemli işlerin varsa git onları yap, yalvartman gereken bir kadını ayaklarının önünde kilim gibi sermek için batılı şairlerin mısralarını ezberine bağla. Ama burayı terk et. Git, uzaklaş, duyurma sesini, bilmek istemiyorum ne cevap vereceğimi sana, senden ne geleceğini ve…”
“Nereye gideceğini…”
“Aynen adamım. Nereye gideceğimi de bilmiyorum. Sağa mı sola mı, yukarı mı yoksa aşağı mı? Çapraz yönlere, yan yollara, sapılmamış taraflara belki de. Bu şu demek. Hâlâ bir çıkış arıyorum. Kapıyı devirmek için, içimde yazılı kurallara harfiyen uymak ve insanlığımı unutmadan, hurdaya çıkmadan en azından bir kere direksiyonu başına oturulmuş, motoru kudurtulmuş, asfalta çıkarılmış bir otomobil gibi kendimi hissetmek için. Ne yapacağım?”
Uykuda birilerinin beni gözlediğini düşünüyordum. Uykuda şekilden şekle giren bedenim bazen kırık bir haç şeklini alıyor, bazen anne karnındaki cenin kadar toparlak hale geliyor, gerilip bırakılan bir yay gibi eğilip üzerinden bir anda maddi aleme ait olmayan bir yük atıyordu. Ellerimin uykuda nereye gittiğini bilmesem de, gözler; uyarılmış ve gayri ihtiyari çalışan organlarımı yoklayan parmaklarımın işleyiş şeklini elbette kaydediyordu. Sonra uyanıyordum ve karnımı önüme köpek maması dolu bir çanağı finosunun kuyruk sokumuna bırakıp gözden kaybolan sahibin kabullenişiyle yemeğimi koyan görevli personeli arıyordum. Tuvaletimi yapmam için alt tarafı kapalı bir plastik kabin olmadığı gibi, sırtımı ve kemiklerimi etimde hissetmemi engelleyecek bir yatak da bulamıyordum. İç çamaşırlarımı uzağa, beyazın sisli içine bırakıp yoluma devam ediyor ve idrar ve büyük abdestle kaplı beyaz zemin kokusunu içime çekmeden o alanı terk ediyordum.
Bir şekilde yönümü bulmak için insani atıklarımdan, boş tabak çanak bulaşıklarından ya da kirli iç çamaşırlarımdan faydalanmayı da düşünmüştüm ancak nerede bıraktığımı hatırlamadığım bir zamanlar bana ait olan ama şimdi çöp değerini taşıyan bu pislikler karşıma çıkmıyordu. Zemin pürüzsüz ve parlak beyaz bir kaplamayla korunmuş gibiydi. Kendi kendime konuşuyordum. Bana akıl vermeye çalışan o zatın sözlerini umursamıyordum.
“Doğduğun günden beri buradasın. Dış dünyaya ait olan ve tanıdık gelen o kelimeler sana ait değiller. Tıpkı salınan büyük uzay taşlarıyla yere taşınan demir madeni gibi, paspasçı işçilerin, çamaşırhane sorumlularının, aşçı yamaklarının boşboğazlıkları sonucu kulaklarına takıldılar. Bunu geç. Bırak artık. Daha fazlasını da duyabilirsin. Ama neye yarar?” diyordu. “Dışarı çıkmak mı? Onu bir kere geç! Sen bizim tek ümidimizsin. Yıllardan beri insanları, bizi kurtuluşa erdirecek birinin gelişiyle müjdeliyoruz, tabii bunlar büyük ve kitlesel yalanlardı. Bilirsin, insanın sadece en yakınındakine sözü geçer. Onlar, yani bize yakın olanlar, kardeşlerimiz, bu toprağı onlara emanet edeceğimiz insanlar, hidayet zamanını peşine takacak zatı çok beklediler. Gelişine hazırladık dünyayı. Gelmesi için birbirlerine girmeleri gerekiyordu. Dünyayı kan gölüne batırıp çıkaracak terör çağı insanı yuttu. Bu durum Noel Baba gelecek diye ana ve babasının şart koştuklarını koşulsuz yapan çocuğun haline benziyordu. Tek farkı vardı, burada oyun sahici ve kanlıydı. Kurtarıcı hiçbir zaman gelmedi. Onun yüzü suyu hürmetine tümenler kurdular, boyunlar vurdular, kan akıttılar, kardeşlerinin katilleri olarak boy gösterdiler. Dışarıda onlardan çok var. Kimi açken ölüyor, kimi midesindekini hazmedemeden can veriyor. Dışarıda büyük bir karışıklık var. Dışarıda doğruyu birbirlerine soran insanlar var. Dışarıda kimden dua dileneceğini bilemeyen savaşçılar var. Dövüşmekten yorgun düşmeyecekler, çünkü dışarı çıkmana izin verileceği güne dek, ki bunun için uzun yıllar geçecek, birbirlerinin mezarlarını kazacaklar. İçeride güvendesin. Onların yalanlarına kapılmanı istemedik. Birbirlerine uzandıklarında zehir saçan dillerinden uzak olmanı istedik. Güvendesin. Sen, denizin balığını esirgediği o adam gibi değilsin. Burada güvendesin, açlık ve ölüm korkun olmayacak. Beyaz, kuşatıcı varlığıyla seni günün birinde sindirecek. Seni buna hazırlıyoruz. Sesin çıkmayacak günün birinde. Duyamaz ve söyleyemez olacaksın. Eskiden endişelendiklerin bir bir devrilen putlar gibi ayaklarının altında paralanmak için kendilerini önüne atacaklar. Eriyen buzul kütleleri gibi, zamanla yumuşayacaksın ve sesleri duymaz olacaksın. Senin için ölümü bu şekle sokuyoruz, onların tercih ettiği gibi kolaya kaçmıyoruz, savaşla ya da açlıkla değil, kendinden geçerek yaklaşmanı istiyoruz ona. Birden olsun istemiyoruz. Karış istiyoruz, sıcak su içinde çözülen pudra şekeri gibi ona ait ol istiyoruz. Ölümsüz ya da tanrı değilsin. Sen de bir insansın. Ama beyaz ve günahsız ruhunu kirletmemen için kapatıldığın bu mabet arındırıyor seni. Kelimeler uzak olsun sana. Düşünceler yanına yaklaşamasın. Bilmek en büyük günahtı. Yaşamak ve denemek demekti. İnsanın kendi kurduğu oyuncağın çevresinde, kuyruğunun peşinde koşan it gibi dönüp durması demekti. İskenderiye Kütüphanesini bunun için yaktılar. Durulmak istiyorlardı. Sonra yeniden başladılar yazmaya. O kadar çok yazdılar ki içinde boğuldular. Asıl olan kelimelerin yeni yeni anlamlarını ortaya çıkarmak ve onları farklı eklem noktalarından birbirlerine bağlamak değildi. Asıl olan kimsenin kullanıp bilmediği şeyleri ortaya çıkarmak ve onların isim babalığını yapmaktı.”
Dışarıda ne olduğunu bilmiyordum. Burada doğdum, burada büyüdüm ve burada ölüyorum. Dilin işleyişinden, kelimelerin matematiğinden ve şeylerin çeşitliliğinden uzağım. Onlar bu şekilde daha güvende ve mutlu olacağımı, dışarı çıkmam halinde elime geçecek ilk kılıcı birilerine sallamak için gereken bahaneyi bulmakta zorlanmayacağımı söylüyorlar. Bazen uzun ve derin yürüyüşlere çıkıyorum. Buranın nereye inşa edildiğini düşünüyorum. Onların tek beklentisiyse susmam, susmam ve susmam.