– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Üzerime giydirdiğiniz bu beyaz bez parçası da neyin nesi? Neden bağladınız elimi kolumu?
Verdiğiniz ilaçlarla bedenimi uyuşturabildiniz diyelim, aklımın vitrayında sürekli menzil değiştiren
kurşun çubukları susturmayı nasıl başarabileceksiniz merak etmiyor değilim doğrusu.
Üstüme kapattığınız kafesin ışıksızlığı korkutmuyor beni. Gecenin karanlığıyla boğuştuğum
siyah bir ömür dolanıp duruyor avuçlarımda. Bana taktığınız isim yanlış. Sizin gökyüzünüzle benim
gökyüzüm farklı çadırlar açıyor üstümüze. Sizin coğrafyanızda süslü balonlar varken benim
coğrafyamda koyun otlatmak, yamalı pantolonlar vardı ardınca.Bu yüzdendir ki sizin lügatinizde adım
deli olsa da bahtsız bedevidir benim dünyadaki kimliğim.
Yedi kardeşin en büyüğüydüm. Bundandır belki de seyir defterime silinmeyen acıların adını
kazıması. Derin bir çığlığın içinde büyüdüm. Kimi gün ayyaş babamın tekme tokadıydı vaveylanın
sebebi, kimi günde yokluğun pençesinde çırpınan çaresiz bir annenin feryadı. Oysaki bilmezdi annem;
boşlukta kaybolup giderdi sesi,kimseler duymazdı, kimseler umursamazdı.
On dört yaşında bir çocuğun en büyük hayali ne olabilir diye düşündünüz mü hiç? Okuma
yazmayı bile bilmeyen bu çocuğun en büyük özlemi kırmızı penalı bir mandoline sahip olmaktı. Birkaç
kez görmüştüm onu. Elindeki kırmızı penalı mandoliniyle süzülen Mirza’nın mandolini, içimde kırılmış
olan bir yaşamın ezgilerine renkli melodiler çalar gibi olurdu. Ne kadar da şanslıydı kasabamızın
kaymakamının oğlu: Onun kırmızı penalı bir mandolini vardı.
Haziranları hiç sevmiyorum. Bir o kadar da çok seviyorum aslında. Kıyılarımda yankılanan bir
şarkının kırmızı penasını haziranda buldum. Kayıp bir nefesin yangınını da haziranda yükledim
omuzlarıma. Annemin bahçede yetiştirdiği maydanoz ve naneleri satmak için gittiğim kasaba
pazarından dönüyordum. Yolumun üzerindeydi kaymakam amcaların konağı. Konağın önünden her
geçişimde gözlerimi konağın pencerelerine diker, nedensiz bir şekilde dakikalarca izlerdim. Belki de
içimde büyüttüğüm ezginin yankılandığı kırmızı penalı mandolini görmek arzusuydu arayışım.
Gözlerime inanamıyordum, benim kırmızı penalı mandolinim çöpün yanı başında duruyordu. Alıp
almama konusunda her ne kadar tereddüt etsem de etrafta kimsecikler olmadığına kanaat getirince
mandolini alarak oradan hızla uzaklaştım. Telleri kopuk, kaburgası kırık olsa da kırmızı penalı bir
mandolinim vardı artık benim.
Eve iyice yaklaşmıştım. Havada bir tuhaflık vardı sanki bugün. Göğsümü ağırlığınca sıkıştıran bu ağrı
da neyin nesiydi. Oysa kırmızı penalı mandolinim yanı başımda duruyordu. Mustafa ağlıyordu sanki.
Ayşegül’ün haykırışları duyuluyordu. Dicle neden bağırıyordu. Koşar adımlarla eve doğru yöneldim.
Evin kapısını belki de hiç açmamalıydım. Keşke de kırmızı penalı mandolinimi alıp yokluğa
karışsaydım. Annem kanlar içinde yerde, altı küçük kardeşim çığlık çığlığa. Benden sonra en
büyüğümüz Dicle’ydi. “Abi katil babam annemi öldürdü” sözleriydi son hatırladıklarım.
Yürüdüğüm bütün yollar iyice ağırlamıştı. Bitek çalılar sarmıştı her yanımızı. Yokluk, sefalet,
ardıncaaltı küçük çocuğun sorumluluğu. Taş kesiliyordu, güneşe açılan bütün pervazlar. Çaresizliğin
dehlizinde kanat çırpıp duruyordu martılar. Bir bir kırdılar saksıdaki çiçeklerimi. Bir bir aldılar
kardeşlerimi benden. Komşuların ihbarı üzerine altısı da evlatlık verildi farklı ailelere. Babam dersen
yeryüzünün hangi kuyusunda kayboldu bilmiyorum. Bana kalan, tüm çıplaklığıyla bıçak sırtında bir
yalnızlık bohçası.
Fırat diye bir ses çağırıyordu beni. Kaderime ölüm bulaştıran bu kasabada daha fazla
duramazdım.Boynuma doladığım hüznü de yanımı alıp büyük bir kentin acımasız yolculuğuna
sarıldım. Kentin her sokağında ayrı bir parçamı dilimlediler. Uzandığım bütün yaşam seferlerinde,
elimi yeniden kendi cebime soktular. Oysa tek amacım, çalışıp para biriktirdikten sonra süpürüldükleri
yerden geri toplamaktı kardeşlerimi. Gücüm yetmedi altıya,biri altıyla bir türlü toplayamadım.
Köprü altında kaldığım arkadaşlarımdan birisi; simit satıcılığı yapmam için kısa boylu, tombul,
tombul olduğu kadarda vicdanlı bir fırıncıyla tanıştırdı beni. Aylardan sonra nihayet bir işim olmuştu.
Sattığım her simit başına dörtte bir para verecekti Harun amca bana. Üçüncü simidimi satıyordum.
İkisi uzun, biri orta boylu üç adam yaklaşıp altı tane simit istedi. Simitleri alıp para vermeden
yürümeye başladılar. Kibarca paramı istedim. Simitlerimi savurup beni tekme tokat vicdansızca
dövdüler. Son hatırladığım şey kırmızı penalı mandolinimin param parça oluşuydu.
Ne yaptım, neler söyledim o anda bilmiyorum ama gözümü açtığımda üstümde kefene benzeyen
bir giysi, başımda elimi kolumu bağlayan pervasız insanlar vardı. Nereden başlamışlardı yazımı
yazmaya, bilmiyorum. Ama kan sırtında, ama çöl kavruğunda. İnce uçlu keskilerle yontmuşlardı on
beş yıllık umutlarımı. Burnumda kardeşlerimin ten kokusu, hâlâ bağırıyordum yana yakıla: “Kırmızı
penalı mandolinimi kırmayın! O bana yaşamadığım çocukluğumdan kalan tek hatıra…”