
16 Ocak 1997
İşaret ve başparmağı arasındaki kalemi parmakların zıt hareketleriyle iterek havada çevirip duruyordu. Bazen yakalayamadığı kalem dirseğini dayadığı masanın üstüne düşerken “ta-tak” diye sesler çıkarıyordu. Parti binasının içindeki huzursuz sessizliği böylesine anlamsız bir tıkırtıya yönelen başlar “cık cık cık” sesleri eşliğinde sessizliği bozanı kınamak için iki yana sallanıyordu. Yusuf özür diler gibi mahcup bir ifadeyle kendisine yönelen bakışlara kaş göz işaretleriyle kusura bakmayın diyordu. Bir müddet bu harekete ara verse de can sıkıntısına yenilerek yeniden aynı seremoni on-on beş dakikada bir tekrar ediyordu. Açık televizyonda dönemin başbakanının MGK toplantısı sonrası boncuk gibi terlemiş yüzü dönüp duruyordu. Birkaç ay önce istifasını veren eski başbakandan hırsını alamamış olan medya, içlerindeki nefreti dökmekten geri durmuyordu. Kızgındı. Öfkeli bir yanardağ patlıyordu içinde Yusuf’un. “Ulan bu tezgâhın içine nasıl düştük” diye diye paralıyordu kendini. İlk gençliğinden beri kendini miting meydanlarında bayrak gibi salladığı ve yuvası bildiği partisine, daha iktidardayken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından “Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçesiyle açılan davanın sonucu açıklanacaktı birazdan. Beklemekten sıkılmıştı. Daha doğrusu beklemek zulüm gibi içine işliyordu adeta. Oturduğu sandalyenin karşısındaki duvar dibine yaslanmış, elinde bayrakla gelecek haberi bekleyen Mustafa abiyi gördü. Başı önünde, masada sabit bir noktaya diktiği boş bakışlarla bekleyen Asım abiye seslendi Yusuf.
“Mustafa abi kadar vefalı kimseyi görmedim, hani işe alacaklardı onu belediye seçimini kazandıktan sonra?” dedi, soruyla yorum arasında kalmış bir cümleyle.
“Zaten çok büyük hataları buralarda yaptılar Yusuf, seçimi kazanmak için gayesi yalnızca dava olan insanları seçimi kazandıktan sonra unuttular. Bürokrasiye gelen beceriksiz bazı adamlar, daha önce hiç görmediğimiz tuhaf insanları bir yerlere yerleştirdiler ama gecesini gündüzüne katan emektar refikleri kimse görmedi. Görmek dahi istemediler” üzgündü Asım abi, sesinde kızgınlıktan çok bir hayalin kırık senfonileri dalgalanıyordu.
“Diyorum ki bazen Yusuf, acaba bu olanları hak etmiş olabilir miyiz?” soruyu sordu ama cevap beklemeksizin bitirdi cümlesini. Galiba haklıydı. Çok klişe olacak belki ama yolda bulunanlar yola çıkılanlardan daha kıymetli olmuştu. Olağanüstü gayretle partiyi başarıya ulaştıran mütevazı insanlar, gösterişli kimseler uğruna harcanarak bir kenara itiliyordu.
Haber bültenlerinde son dakika gelişmesi yaşanmaya başlamıştı. Ekrana çıkan Anayasa Mahkemesi Başkanı partinin kapandığını ve liderlerinin de siyaset yapma yasağı aldığının haberini veriyordu. Binadaki herkesi ağır bir hüzün aldı. Boğazlarına yumru gibi oturmuş kallavi küfürler birikmişti. Ocak ayının keskin soğuğu üstlerini devrilmişti resmen. Bir hikâye burada bitmiş, gelecek olan başka felaketlerin de muhtemelen haberini veriyordu. Derin bir iç sıkıntısına gark oldu Yusuf.
“Ben gidiyorum Asım abi, işlerim var. Daha fazla bu kapalı yerde kalamayacağım” diyerek ayrıldı binadan. Zehra’yla buluşacaklardı. Bir gün önce yolda karşılamışlardı. Bugün için görüşmeleri gerektiğini söylemişti Zehra. Gereklilikten bahsedince bunun normal bir görüşme olmayacağı kanaati oluşmuştu Yusuf’ta. Neden gerekliydi? Eğer ortada bir gereklilik varsa çözülmesi gereken bir mesele vardır diye düşündü Yusuf. Ama bir sorun olduğunu bilmiyordu. Son zamanlarda herhangi bir olumsuzluk yaşamamışlardı. Zehra biraz durgundu bu aralar ama bunu ülkenin içine düşmüş olduğu duruma olan üzüntüsüne yormuştu. Acaba Zehra okulda bir problem mi yaşıyordu? Malum türban meselesi ya da inançla ilgili bir şeyler olabilir diye geçirdi içinden. Çay bahçesine ulaştığında dışarıda kimseyi göremedi. Dışarısı soğuk olduğu için içerde beklemeye karar veren Yusuf, kapıyı açtığında alev alev yanan sobanın yanındaki bir masada Zehra’nın düşünceli bir şekilde kendisini beklediği gördü. Ağır adımlarla yanına giden Yusuf, “Erken gelmişsin” diyerek Zehra’nın karşısındaki sandalyeye oturdu. O sırada yan masanın siparişlerini yeni bırakan garsona “Hocam, bize iki çay getirebilir misin?” dedikten sonra Zehra’ya dönerek “içimiz ısınsın, yeterince soğuk aldık epeydir”
Yusuf’un da tahmin ettiği gibi okulda problemler baş göstermeye başlamıştı. Türbanı yüzünden önüne engel çıkan kız öğrencilerden birisi de Zehra olmuştu. Hem sadece bu da değildi sorun. Yusuf’un meydanlardan meydanlara koşuşuşu da rahatsız etmeye başlamıştı onu. Artık düzgün bir hayat istediğini ve bu hengameden kurtulmak istediğini söylemişti. Hem zaten kaybetmişlerdi, yapacakları hiçbir şey kalmamıştı. Daha fazla direnmenin kendilerine zarardan başka bir şey getirmeyeceğini kabullenseler artık iyi olacaktı. Asıl bombayı en sona saklamıştı Zehra. Ben okulumdan vazgeçemem demişti. Yusuf’un şaşkın bakışlarla ne yapacaksın peki sorusuna ise “Başımı açacağım, en azından okul bitene kadar.” Yusuf, bakışlarını bir boşlukta sabit bir noktaya asarak öylece kalakaldı ilkin. Sonra Zehra’ya çevirdi yüzünü.
“Onca insan, inançları uğruna okulu bırakırken ve gerekirse meydanlarda polislerin vurduğu joplara karşı direnirken bunu istediğine gerçekten emin misin?” kızgındı. Bir cevap bekliyordu, çok haklı olduğu, Zehra bu yüzden mecbur kalmış diyebileceği bir şeyler bekliyordu, böyle bir şeyin olmadığını bile bile.
“Hayal görmenin alemi yok Yusuf, benim düşüncem bu şekilde, herkes bırakırsa nasıl olacak bu işler. Ben kendi yolumda ilerleyeceğim. Şöyle düşün; herkes bırakırsa nasıl olacak, meydan hep onlara kalacak bu sefer. Korkma, dinden çıkacak değilim.”
“Ben korkmam Zehra, yalnızca senin bu aciz ve zavallı haline üzülüyorum. Sen kararını çoktan vermişsin. Bana bir şey söylemek düşmez. Fakat ben böyle bir düşüncenin yanında yer alamam. Yoksa kendi hayallerime ihanet etmiş olurum. Gerçekten bu şekilde düşünüyorsan, biz seninle yan yana yürüyemeyiz bile. Galiba sen de bunu söylemek için geldin.” Son bir umut, bir pişmanlığın izini aradı Yusuf, Zehra’nın yüzünde.
“Madem öyle, sen bilirsin. Sevgi insanın ilerlemek istediği yolda engel çıkarmak değildir. Madem ki böyle düşünüyorsun, yapacak bir şey yok. Hakkını helal et o zaman, ben geleceğimi çöpe atamam” diyerek hışımla kalktı masadan Zehra. Tam kapıya vardığında tekrar aynı hızlı adımlarla geri gelerek “Umarım pişman olmazsın Yusuf, bu günler bittiğinde başını çok vurursun taşlara. Ha, bu arada benim hakkım helal olsun.”
“Benim ki de helal olsun Zehra, yeni hayatında başarılar dilerim. Pişman olacağımı zannetmiyorum” diyen Yusuf’un cümlesi biter bitmez tekrar bir hışımla çıktı Zehra. Oturduğu sandalyeye iyice yaslanarak tavana bakmaya başlayan Yusuf derin bir of çekti. Her şey ziyadesiyle üstüne geliyordu. Bir yudum daha aldı çayından.
20 Mayıs 2025
Çok eski bir dostunun yanına ziyarete gelmişti Yusuf. Eski günlerin güzelliğinden, gelmiş günlerin götürdüklerinden epey bir konuştular. Oturduğu koltuğun önündeki sehpada bir dergi dikkatini çekti Yusuf’un. Derginin kapağına baktığında, son dönemde yükselişe geçen muhafazakâr moda akımının takip edildiği bir dergi olduğunu tahmin etti. Kapağında Zehra Yenigün ile söyleşi yapıldığı yazıyordu. Ve söyleşiden bir alıntı vardı. “Çok zor zamanlardan geçtik…” Heyecanla dergiyi eline alan Yusuf, söyleşinin bulunduğu sayfayı açtı. Gazetecinin sorduğu bir 28 Şubat sorusuna cevap veren Zehra Yenigün “Çok zor zamanlardan geçtik, şükür ki o günlerde verilen mücadelenin meyvelerini bugün topluyor olmamız ve varlığımızın artık normalleşmesi bizi çok mutlu kılıyor.”
Acı bir gülümseme yayıldı Yusuf’un yüzüne, Zehra’nın soyadı değişmiş diye geçirdi içinden. Ama içi değişmemiş. Kapitalizmin dişlileri arasında, inancı, muhafazakâr moda dergisi adı altında nasıl sömürdüğünü hala göremiyordu maalesef. En acısı da üstelik bu yolda çile çektiğini anlatıyordu, hiç mücadele etmeyen birisi olarak. Zamana hep yenildiğini düşünüyordu, zamanla hiç başı hoş olmayan Yusuf. Olsun eyyamcılıktan iyidir, şükür diye geçirdi içinden Yusuf, pişman olmamak ne büyük bir mutluluk.
*
ARİF ONUR SOLAK
