– NECMETTİN YALÇINKAYA
*
Sokağın başında durdum, kederle izlemeye başladım. Evlerin çoğu çoktan dört-beş katlı apartmanlara dönüşmüştü. Çocukluğuma dair hiçbir iz kalmamıştı.
Burnumun direği sızladı. Yavaş adımlarla sokağın içinde yürürken sokağın eski haline dönmüş, çocukluğumu yeniden yaşıyordum sanki. Sağımı solumu incelerken elektrik direğinin dibindeki evi görünce sevindim. Ev neredeyse hiç değişmemiş, hâlâ zamana karşı direniyordu. İçindekileri hayal etmeye başladım. Sait Dede otoriterdi ama aynı zamanda çocuklara karşı sevecendi. Şeker ve limonata dağıttığı günlere gittim. Bir köşede durmuş, etrafına bakıyordu. Beni görünce gülümsedi.
“Gel evladım, limonata vereyim iç, kendi ellerimle yaptım.” dedi. Duymazdan gelince “Erkeksin bak, içmezsen bir yerlerin şişer. Demedi deme sonra.” diye caydırdı beni. Üzeri çam fıstıklı iki bardak limonatayı afiyetle içtim. Gerçekten de güzeldi. Utanmasam bir bardak daha isteyecektim.
Burnuma limonata kokusu geldi. Dudaklarımı dilimle ıslatırken, evin yıllara meydan okuyan, eski, paslı demir kapısından gözlerimi alamadım. Bir an kapı açılacak, Sait Dede elinde limonata sürahisiyle çıkacak ve yine çocuklara seslenecek sandım. Çocukların da neşe içinde seğirttiklerini gördüm. İçime limonata tadında ılık bir sevgi aktı o an. Mutlu hissediyordum kendimi.
Gözlerim biraz ilerideki bahçe duvarına takıldı. Kayısı ve şeftali ağaçlarının tepelerini görür gibi oldum. Sağıma dönecektim ki aklıma çocuklar meyve ağaçlarına dadanmasınlar diye duvarın üzerine betonlanan cam kırıkları geldi. Olduğum yerden iki üç kez zıplayıp Çoşkun’un kanayan ellerini gördüm. Gözlerim doldu.
Ne kadar uzun zaman olmuştu Coşkun’u görmeyeli. Yıllar öncesi bir arkadaşımdan taksicilik yaptığını duymuştum. Hepsi o kadardı. Hızla yanımdan havlayarak geçen köpek Coşkun’dan ayırdı beni. Tüm dikkatim dağılmıştı.
Sessiz adımlarla yürümeye başladım. Her şey bu kadar mı hızlı değişebilirdi. Bu sokak, çocukluğum, yıllarım… Sokağı geçip sağa döndüm. Yer yer sıvaları dökülmüş, boyası kabarmış bir evin önünde durdum. Giriş kapısının üzerinde kalın zincire takılı kocaman bir kilit gördüm. Ekrem’i hatırladım. Okul yolunu, yalınayak koşturduğumuz sokakları, boş arsalarda saklambaç oynadığımız günleri hayal ettim. Sararan ve kaybolan yıllara için için ağladım. Yanıma yaklaşan kadını fark etmedim bile. “Beyefendi!” dedi, “Satılık değil o ev. Boşuna bakmayın.” Yüzümü dikkatlice inceledikten sonra:
“Bu evin sahipleri var ya… Düğün dönüşü geçirdikleri bir trafik kazasında -büyük oğulları Ekrem hariç- hepsi öldüler.”
Bu nasıl bir haberdi, kalbim duracak gibi donup kaldım. Dudaklarım titreyerek:
“Ekrem’e ne oldu peki?” diye sordum.
“Zavallıcık sıyırdı kafayı… Kazadan kendisini sorumlu tutuyordu. Onun düğünüydü çünkü. İçine kapandı. Kimseyle fazlaca konuşmaz, sokağa çok nadiren çıkardı. Sonra bir gün karısının abisi geldi. Giderken kız kardeşini de yanında götürdü. Bir daha da dönmedi. Oysa ne güzel, ne de sıcak bir kadındı. Karısı da gidince Ekrem bir başına kaldı. Yaşayan bir ölüden farksızdı. Sonra o da sessizce kayboldu ortalıktan. Bir daha da ondan haber alamadık. Bir akrabası geldi kapısına kilit asıp gitti.” Dizlerine vura vura yanımdan uzaklaştı.
Gözlerim nemlenmiş, hüznüm artmış, içime tarifsiz bir acı kıvranıp yatmıştı. Oysa Ekrem ne iyi bir çocuktu. Şen şakrak ve hayat doluydu. Boş arsada futbol oynardık. Kaleye geçer, müthiş kurtarışlarıyla herkesi kendine hayran bırakırdı. Hatta İzmir’in köklü spor kulübü Altay’dan teklif bile gelmişti de babası kabul etmemiş, “Top oynamak günahtır, şehitlerimize hakarettir!” demişti.
Birden karşımdaki evin paslı demir kapısının gıcırtısyla irkildim. İçerden yirmi yaşlarında, yakışıklı, saçları özenle arkaya doğru taranmış, elinde valiziyle genç bir erkek çıktı. Onu, saçları kırlaşmış, göbeği öne fırlamış, güleç yüzlü yaşlı bir erkek izledi. Belli ki oğlunu yolcu ediyordu. Yaşlıca bir kadın ikinci katın balkon korkuluğuna yaslanmış, kendini sarkıtmış bir hâlde, “Vardığında bizi aramayı ihmal etme oğlum!” diye seslendi, “Merakta koma bizi.”
“Tamam, anne!”
Dikkatli bakınca, saçları kırlaşmış adamı hemen tanıdım. Mesut’tu bu! Nihayet geçmişime ait bir iz daha yakalamıştım. Sevindim, içim içime sığmıyordu. “Mesut!” diye bağırdım. Gözlerimdeki ışık alazlandı. Mesut dönüp baktı; yüzümü incelemeye, beni tanımaya çalıştı. “Neco, sen ha!” diye bağırdı birden. Hızla koştu yanıma. Otuz beş yılın özlemiyle sarıldık birbirimize. “Gözlerinden tanıdım, hiç değişmemiş bakışların.” dedi. Ardından baştan aşağı beni bir güzel süzdü. “Yaşlanmışsın, çökmüşsün.”
“Te! Diyene bak hele. Sanki kendisi eski filinta Mesut da, bir de kalkmış bana kulp takıyor.” Gülüştük. Mesut balkondaki karısına seslenerek: “Neco bu, bizim mahallemizin eski demirbaşlarından… Annem benden çok onu severdi. Kıskanmıyor değildim hani…”
Kolumdan tuttuğu gibi çekeleyerek zorla eve götürmek istedi. Kolumu kurtarmaya çalıştımsa da başaramadım. “Bırakmam, boşa debelenme.” dedi, “Otuz beş yılın hesabını soracam. Bunca yıl ne arayıp ne sordun, bir haber bile salmadın hayırsız!”
Yukarı kata çıkan merdivenlerin başında Ümmühan Abla ve gelinini gördüm. Ümmühan Abla hemen tanıdı beni. Basamakları birer ikişer hızlı adımlarla çıkmış, nefes nefese kalmıştım. Beli bükülmüş, vücudu küçülmüş ve saçları yok denecek kadar azalmıştı. Elindeki bastonuna yaslanmış, gülümsüyordu.
“Neco’m, sen mi geldin, gerçekten sen misin?” dedi, boğuk bir sesle.
“He ya Ümmühan Abla, benim ben!” dedim, nasırlı ellerine sarıldım.
“Azıcık boynunu eğ de yanaklarından öpeyim.” dedi bana.
Dizlerimin üzerine çöktüm. Bir çocuk gibi sarıldı bana. Saçlarımı kokladı. “Neco’m!” dedi, “Mahallede bir biz kaldık. Herkes ya taşındıya da göçüp gitti bu dünyadan.” Ağlamaya başladı. Gelini de sessizce ağlıyordu. Yeniden sarıldı, öptü, kokladı, yüzümü saçımı okşadı. “Biliyor musun sen eski mahallemizin insanları gibi toprak toprak kokuyorsun. Nerde şimdi o insanlar, toprak bile kalmadı. Her yer beton, taş. İnsanlar da, kalpleri de öyle oldu.” derken gözünün yaşı sesine karışmıştı.
Dayanamadı, bayılır gibi olunca bir çocuk gibi kucaklayıp salondaki kanepenin üzerine özenle sarsmadan yatırdım. Başını okşadım, toprak kokan ellerini öptüm defalarca. “Ah benim güzel Ümmühan Ablam!” dedim.“Bir başına kaldım bu dünyada; her yanım beton benim de, siz gibi…”
Kızaran gözlerimden bir damla yaş yanaklarımdan aşağıya doğru süzülmeye başladı, oradan da yüreğime aktı…