– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Yüksek zirvelere vuran hararet hissi, uyanmama sebep oldu. Gece lambası kullandığım için duvardaki saatin gece bir buçuğu gösterdiğini fark ettim. Su içmek için mutfağa doğru yöneldim. Ardımda bir tıpırtı sesi… Uyuyor muyum, diye düşündüm. Uyanıktım ve farkındalık duyum devasa bir güce sahipti. Arkama dönüp dönmeme konusunda gövdemle ruhum arasındaki ikilemin arasında sıkışıp kalmıştım.
Sabah kahvaltısını yapıp işe hazırlanmak için büyük bir gayrete soyundum. Kahvaltı masasında bana eşlik eden siluet, giyinirken de yanı başımdaydı. Bir meydanın ortasında çıplak kalmış gibi utana sıkıla giysilerimi değiştirdim. Adımladığım caddelerde, bindiğim otobüste yorulmak bilmeden sürekli beni takip ediyordu. Aklımı kaçırmak üzereydim.
Gün boyu benimle çalıştı. Toplantıya beraber girdik. Koridorlarda beraber yürüdük. Yemekhanede karşımda oturuyordu. Çayı karşılıklı yudumladık. Aklımı kaçırıyor olmalıydım. Yakın bir arkadaşıma açılmayı ya da psikiyatriste gitmeyi düşündüm. Önüme çıkan mayınlı tarla yürümeme engel oluyor, kimselerden yardım isteyemiyordum. Korkuyordum ve korkularımı belli etmemek için gösterdiğim çaba beni oldukça hırpalıyordu.
Ezel geldi aklıma. Çok fazla arkadaşım yoktu. Kabul etmeliyim ki biraz bencilce bir yapım vardı. Kendim dışımda olan bitenle pek ilgilenmez, bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesiyle örümü idame ettirirdim. Mesela yolda bir taş görsem arkamdaki insanın düşüp yaralanabileceğini bildiğim halde, o taşı yolun bir kenarına kaldırmak istemezdim. Ben düşmedim ya gerisini boş ver, deyip geçecek kadar duyarsızdım. Ezel, her ne kadar değişmem için çaba gösterse de bencilliğimi bir dirhem azaltamamıştı. Her zaman dertlerime deva olmaya çalışan Ezel’in bu kez bana yardımcı olamayacağını hissederek vazgeçtim. Muhtemelen delirmiş olduğumu düşünecek, elimden tutup beni en yakın psikiyatriste götürmeye çalışacaktı.
Önümde arkamda beliren bu varlığın belli bir sureti yoktu. Rengi ya da biçimi… Belli belirsiz çizgilerden oluşan tasvir edemediğim bir kimliği vardı. Neydi? Benden ne istiyordu? Bilmiyorum. Gülmüyor, ağlamıyor; taştan ses çıkıyor, ondan bir işaret gelmiyordu. Emin olduğum tek şey onun varlığı ve bir sebepten dolayı sürekli beni izlediğiydi.
Onunla başa çıkmak tam bir bilmeceydi. İhtimal, bu gidişle ya tımarhaneyi boylayacaktım ya da kaldırıp kendimi bir yerden aşağıya atacaktım. İyi de yaşamak istiyordum ben. El değmemiş umutlarım var. Kıtlık kıran yaşadığım hayattan sebepsiz beklentilerim. Dere tepe yürüdüğüm yaşam yolunda bulutları bir kenara istifleyip güneşe dokunmak için vaktim olmalıydı.
Aşağı yukarı üç aydır beraberiz iki bilinmeyenli bu denklemle. Annemin ruhunun ötelere göçüyle başladı beraberliğimiz. Annemin yokluğu mu peydahladı acaba bu imgesi belirsiz varlığı? Annem gül yüzlüydü. Hayat taşardı damarlarından. Onun vasiyeti üzerine her ne kadar siyahları giyinmemeye çalışsam da beyaz pelerinli bir masal perisine de dönüşemiyordum. Annemin bende sevmediği tek yönüm bencilliğimdi. Beni dizinin altına alır uzun uzun nasihat ederdi. Onun benim için söyledikleri ise bir kulağımdan girer diğerinden çıkardı.
Fala bulaştım son zamanlarda. Bazen bir kahve fincanından bazen de çay telvesinden sorguluyorum kendimle baş başa kalabileceğim zamanı. Bir kitapta okumuştum. Ateş yakıp kovalamaya bile çalıştım adı meçhul hayaleti. Yaptıklarıma ben bile inanamıyordum. Oysa bu gulyabani bana musallat olmadan önce hurafe diye vasıflandırırdım bu tür eylemleri. Oysa şimdi…
Acaba cinci bir hocaya mı gitmeliyim? İçime cin mi kaçtı? Mahallenin hacı hocalarını iyi bilen Nuriye teyzeden bir bahaneyle aldığım hocanın adresini günlerdir çantamda gezdiriyorum. Bir türlü gitmeye cesaret edemediğim bu adresten medet umacak kadar çaresiz bir haldeydim.
Ben önde o arkada iki gölge gibi dolaşıp duruyorduk. Acaba bir otobüse atlayıp ortadan kaybolsam atlatabilir miydim bu varlığı? Ya da sarp bir dağ başına çıksam… Yerin yedi kat dibine insem… Aklımda yorgun çelişkili bir zaman… Parçalar halinde değil, bütün halinde eriyip aynaların içinde görünmez olsam.
Hafta sonu gelmişti. Evin ihtiyaçlarını karşılamak için alışverişe çıkmalıydım. Her alışveriş öncesi yaptığım gibi sahile inip dalgaların ve martıların sesini dinlemeye başladım. Kıyıya vuran dalganın sahile attığı iki tane balığın can havliyle çırpındığını gördüm. Umursamadım, sırtımı dönüp kıyı boyunca yürümeye başladım. Sanki gizli bir güç yürümeme engel oluyordu. Geri döndüm. Balıklar çırpınmayı bırakmış, hafif hafif kımıldanıyordu. Belli ki ölüme meydan okuyabilecek güçleri kalmamıştı. Balıkları avuçlarımın içine alarak suya bıraktım. Önceleri sendeleyen balıkların yüzerek gözden kaybolduklarını gördüm. Ben bile şaşırmıştım kendime, nasıl olmuştu da umursamazlığımdan sıyrılıp küçük canlıları yeniden yaşama döndürmüştüm.
Gönül huzuruyla balıkların kayboluşunu izlerken gulyabaninin adımı ünlediğini duydum. Başımı ona doğru çevirdim.Kaşı, gözü; boyu ve posuyla bir ben daha gördüm. Derhal sağ elimle sol elime dokundum. Çantamdaki aynayı çıkarıp bir kendime bir de ona tuttum. Artık emindim, benden iki tane vardı. Başımı avuçlarımın arasına alıp devrik sancıların eşiğine savruldum. Aylardır beni takip eden varlığın nasıl oluyor da kendim olduğumu sorgulamaya başladım.
Konuşan bendim, dinleyen ben:
“Sel sularının nasıl yol aldığını biliyor musun? Yıkıp dökerek, önüne gelen her şeyi içine alıp yaşamdan silerek… Tıpkı senin daha önceden ellerinle derlediğin, rüzgârla yıkılmaz duvarları yıktığın gibi. Ben senin içindeki bencil kişiliğindim. Kendi nefsini herkesinkinden üstün tuttuğun için adım adım peşindeyim. Bugün göğün üstünde kendine ait bir yer edindin. İki canlıya hayat vererek uzun süredir daldığın rehavet uykusundan uyandın. Şimdi veda zamanı… Artık bencil olan benliğine, yani bana ihtiyacın kalmadı. Beni bir daha görmek istemiyorsan sakın bir daha egoist kimliğine geri dönme. Haydi, hoşça kal.”