KÖYDE YAŞAM, İÇİMİN MAVİ TOZ BULUTU 

Köylü kadınlarının bir kısmı tarlada çalışırken diğerleri evde kazanlarla kaynattıkları sıcak suyu alırlar leğenlere boşaltırlar, elleriyle çamaşırları yıkarlardı. Hacce bacıda tandırı yakmış yine bu sıcakta ekmek tahtasını önüne çekmiş üzerini unlayarak açıyordu bazlamaları… Az ileride toprağa belenmiş komşu çocukları sümüklerini çekerek onu izliyorlardı. Her sümük çekişlerinde bazlamanın leziz kokusu da burunlarına doluyordu. Hacce bacı kendi çocuklarına sıcak bazlamaları tereyağıyla yağlayıp dürüm edip verdi. Komşunun çocukları bir iç çekişle “Bende istiyom Hacce bacı!” diyorlardı sanki. Hacce bacı da onların içten seslenişlerini duymuşçasına “Gelin!” anlamında el işaretini yaptı. Çocuklar da yüzlerinde gülücüklerle Hacce bacının yanına koşarak vardılar ve peynirli, çökelekli ya da patatesli bazlamaları afiyetle yediler. Biraz ileride iri bir köpek dili dışına çıkmış, hızlı hızlı soluyordu. Hacce bacı onu da unutmadı. Tavuklar, ördekler de tandırın etrafındaki kırıntılara koşuştular.

Gece gaz lambasıyla aydınlanırdı geniş odalar. Zaten fazla yakılmazdı. Gündüzün yorgunluğundan gece bitkin bir halde döşeğe zor atarlardı kendilerini… Sabaha kadar da deliksiz bir uyku çekerlerdi. Çoğu zaman yazın damda yatılırdı ay ışığında… Sabah olurdu. İlkin, dağların en yüksek tepelerine ışıklarını vururdu güneş. Ovadan gelen hafif bir yel, damda yatanların yüzünü okşardı. Kalkın sabah oldu, iş başına… Ne çabuk da sabah olmuş, göz açıp kapayıncaya kadar… Birkaç dakika daha yatsak, örtüleri üstünden atılır, gerneşerek kalkılır, kahvaltıdan sonra tarlanın yolu tutulur. Kimi inekleri yaymaya (gütmeye) kimisi nohut yolmaya, kimi fasulyeleri ya da ayçiçekleri sulamaya, kimisi de tırpanla ot biçmeye… Kadınlar inekleri sağmaya ya da tarlada çalışanların öğle yemeği hazırlamaya… Çocuklar okullara, okul çıkışı azıkları götürmeye ya da koyunları, keçileri otlatmaya giderlerdi. Yaz boyunca harıl harıl çalışma… Kışın doyasıya yeme…

Yazın yürüyerek ya da eşekle yolmacılara ve orakçılara azık götürürdük dayı oğlu Üsün’le… İleriki tepeyi aştık mı Gavurderesi’ne vardık demekti. Güneş altında, soluk soluğa yürürken kuru toprağın üstünde ayaklarımızın altı yanardı. Soğukkuyu ayakkabılarımızın yerle her temasında yüzümüzde bir acı ifadesi belirirdi. Düşerdik yollara. Bir zaman sonra köyün evleri görünmez olurdu. Geniş, gözün alabildiğine uzanan ovada tek bir canlı, tek bir kımıltı yoktu. Topraklı yolda yürüdükçe adımlarımızın kaldırdığı tozlar, terden ıslanmış elbiselerimizi sırtımıza yapıştırırdı. Gözümüze kaçan terler ise acı verip yakardı.

Bu tozlu topraklı yollarda köydeki çocuklarla birlikte kamyonculuk oynardık. Şeker pancarından yaptığımız arabalarla hız yarışına girerdik.

Yolmacılar, tırpancılar ya da orakçıların azıklarının ağırlığı ile kavurucu sıcağın altında ezilirken ayaklarımız bedenimizi taşımakta zorlanırdı. Yol üstündeki söğüt ağacı imdadımıza yetişirdi. Söğüt ağacının dibinden çıkan su bir avuç ya var ya yoktu. O da aşırı sıcaklarda toprağın altına çekilirdi. Ama yine de etrafı yeşil çimenlerle çevriliydi. Bu da o alanı serin tutuyordu. Köylülerin bu sıcaklarda uğrak yeriydi. Yeşil giysileri içindeki söğüdü gördüğümüzde güneşten kızarmış yanaklarımızda bir gülümseme belirirdi. Yazın yakıcı sıcağından, kışın ayazından, tipisinden, güzün kapalı havasının hışmına uğrayan söğüt ağacı yine de bize kol kanadını açardı. Ayrıca, o korkunç geceler, öfkeyle uğuldayan azgın rüzgârlarla mücadelesi… Şiddetli geçen kışın ardından birçok dalının kırılmasına, gövdesinden ikiye ayrılmasına rağmen yinede ayakta kalmayı başarmıştı. “Gölgende bana da bana da yer ver!” diyenin feryadına kulak tıkamıyordu. Güneşin kavurucu sıcağında beynimize kan damlamadan gölgesinde bize de yer vermişti. Sırtımızı söğüt ağacına yasladık. Ayakkabılarımızı çıkardık. Güneş, önümüzde uzanan tarlaların üstüne sapsarı, sımsıcak ışıklarını sermişti. Bu yakıcı sıcak ortasında, toprakta tek bir kımıltı bile yoktu. Yapraklar büzüşmüş kalmıştı.

Söğüt ağacından sonraki yol, yazın orakçılar ve tarlada çalışan köylüler ile tarla sahiplerinin yaya gidip gelerek açtığı dar bir yoldu. Öyle ki yürürken insanın ayaklarına buğday sapları değiyor, çoraplara pıtraklar yapışıyordu. Topraktan, buğday ve pıtrak kümeleri arasından kalkan yoğun bir sıcaklık vücudumuza dalıyordu. Ara sıra esen hafif yelden kalkan toz, toprak ise yüzümüzdeki ter ile birleşince tenimize yapışıyordu. Kolumuzla da terimizi sildik mi çamurlaşırdı. Soğukkuyu ayakkabılarımızı çıkardık mı ter, toz karışımından içi cıvık cıvık olurdu.

Az ileride kayanın üstüne çıkan kertenkeleye taş atarak otların arasına kaçmasına neden oldu dayıoğlu Üsün. Bastığımız yerlere çok dikkat ediyorduk. Bu sıcakta bir yılanın sokmasına maruz kalabilirdik.

Tepeye çıktığımızda tırpancılar sıraya dizilmişler, birbirleriyle yarışa girişmişlerdi adeta. Hepsi birden tırpanlarını sallıyorlardı. Güneşte parlayan tırpanlar “Vıjj! Vıjj!” sesleri çıkarıyordu. Tırpancılar buğdayı öyle bir biçerdi ki başaklar usulca yere yığılır, havada yalnızca tırpanın hışırtısı duyulurdu. Öyle insanlar vardır ki, çalıştıkları zaman onlara bakmaya doyamazsın. İşte işinin hakkını vermek diye buna derler. Alın teriyle kazandığı parayı helal ettirmek bu olsa gerek. Güneş de ölümcül ısısını daha bir hışımla salıyordu orakçıların üzerine ve ovaya… Ortalıkta ufacık bir kımıltı yoktu. Masmavi, parlak gökyüzü dümdüz ve kırışıksızlık her yanı sarmıştı.

Bizi görmüşlerdi. Dayım el işareti yapıyordu “çabuk gelin” diye. Hâlimiz kalmamıştı ve onlar  da acıkmışlardı. Koşmaya başladık. Tümseğe bastım, tepe taklak olmama ramak kalmıştı, dengemi zor güç zapt ettim, toparlandım.

Küçük dereciğin suyu bu aylarda kurumaya yüz tutardı ama yine de ağacın serinliği ile birlikte öğle istirahatını geçirmeye birebirdi.  Dere çekildiği zaman içindeki taşları bile kapatamıyordu. Dili damağı kuruyan tırpancılar derenin buz gibi suyunu kana kana içerler, yüzlerini yıkarlar, gömleklerinin düğmelerini çözerek ıslak ellerini göğüslerinde gezdirirlerdi. Yeşil çimenlerin üzerine oturduklarında ya da sırtüstü uzandıklarında kendilerinden geçerlerdi. Bir iki saat deliksiz uyurlar,  uyandıklarında ise her şey sil baştan…

Ne sıcaklardı. İnsanı yakıp kavuruyordu. İşte böyle sıcak günler Ramazan ayına denk geldiğinde sabah sahurdan sonra hemen işe başlanırdı, öğlenin yakıcı sıcağına doğru da iş bırakılırdı. Yolmacılar serin toprak evlerin içine kendilerini atar; ağzı açık, deliksiz uyurlardı. Biz çocuktuk o zamanlar. Karpuzların içi kıpkırmızı, üstelik hormonsuz, tadı şeker, bal gibi anlayacağınız… Şapırdatarak, ağzımızdan kırmızı suyu akardı. Dilimizle de yere düşmesin diye yakalamaya çalışırdık. O nefis tadın her damlasını tatmak isterdik. Oruç tutmadığımız zamanlarda sırf karpuz yemek için kalkardık sahura…

Sapsarı başaklar yarım ay gibi dizilmiş, bir yandan biçiliyor, bir yandan da demetleniyordu. Demetlenen bu ekinler, yolunan nohut, fasulye, mercimek kağnılarla harman yerine taşınırdı. Kağnının yerini sonra arabaları, sonra da traktörler aldı.  Öküz ya da atlara bağlanan gemlerle mahsul iyice ezilirdi. Gemle sapların üzerinde dön dur. Öküzü ve atı idare etmek kolay iş değildi.  Ezilen mahsulün sapları hafif esen rüzgârda savrulur, taneler birbirinden ayrılırdı. Daha sonra patosla yapılmaya başlandı bu işler. Sonra harman sözlüklerde kaldı. Biçerdöverler çıktı mertlik bozuldu. Gemler dönmez, patos kurulmaz oldu. Biçerdöver tarlada hem biçiyor hem de tanelerini ayırıyor, temizliyordu.

Bir keresinde tarlada çalışanların azıklarını verdikten sonra köye dönüyorduk. Birden bir köpek havlaması duyduk.  Birkaç taneydiler, iriydiler.  İçlerinden sadece biri ufak tefekti ama en çokta o ürüyordu. Dayıoğlu Üsün’ün “Hapı yuttuk!” demesi ile söğüt ağacına doğru koşması bir oldu. Hiç durur muyum? Ben de tabana kuvvet…  Arkamıza bakmadan koşuyorduk. Köpekler de kudurmuşçasına hırçın bir şekilde havlayarak üzerimize geliyorlardı. İtlerin popumuzdan yakalayıp bir parça koparması içten bile değildi. Koşarken arkama dönüp bakmak istedim ama ayaklarım birbirine dolaştı yere yuvarlandım. Bir iki takla attım. Ani bir hareketle doğruldum. Tekrar can havliyle koşmaya başladım. Üsün, benden şanslıydı çünkü söğüt ağacına çoktan çıkmıştı. Ben de söğüt ağacına çıkmayı başardım. Kan ter içinde kalmıştık. Soluklarımızı nerden aldığımızı bilemiyorduk. Birden bir kahkaha patlattım. Galiba deliriyordum. Üsün’de “Kafayı mı yedin?” der gibi, bir işaret yaptı. Sırtımı söğüt ağacının dalına verdim. Ayaklarımı aşağı doğru serbest bıraktım. İtler söğüt ağacının yanına gelmişlerdi. Hepsi birden havlıyordu. Çok hırçındılar. Keskin dişlerini bize gösteriyorlardı. Dertleri ne olabilirdi ki popumuzdan bir parça koparmaktan başka! Çoban geldi. İtler sustular. Bir hafta sonra itler bir adamı parçaladılar. Birkaç gün sonra çoban sabah kalkmış bakmış ki itleri zehirlemişler!

Tepenin başında küçük bir pınar vardı. Oradan içmek için bidonlarla su alıp getirir ve yolmacılar ile tarlada çalışanlara dağıtırdık. Güneşle ışıl ışıl parlayan duru, neşeli pınar ince bir şırıltıyla toprağa dökülüyor; kendini gür, coşkun bir sel sanarak hızla sağa kıvrılıyordu. İleriki su birikintisine doğru koşturan bu incecik derenin hızı, güneşin yakıcı ışıkları altında sımsıcak toprakla giderek azalıyor, sonra kendisi gibi başka bir derecikle birleşerek canlanıyordu. Bunun gibi beş on tane küçük derecik vardı. Yazın kavurucu sıcağında orakçılar, yolmacılar tarlada çalışanlar, inek güdenler hepsi de bu dereciklerin suyundan faydalanıyordu.

Ayrıca, tarlaları çok olan arazi sahiplerinin kuyuları olurdu. Bu kuyuların suları ile ekili arazilerini sularlardı. Bazı üzeri açık olan kuyuların suları dere suları ile birleşir, dere suyu çoğalırdı. Derenin içinden akan kuyu sularının güzergâhı ise yemyeşil otlarla çevriliydi. Camızlar pofur pofur sesler çıkararak bu otları büyük bir iştahla yerlerdi. Kamışların arasından kuşlar havalanır, bir iki turdan sonra konmak için dalışa geçerlerdi. İbibikler, sığırcıklar, serçeler…

İnekleri yaymaya gittiğimizde azıklarımızı da yanımızda götürürdük. Yazıda daha çabuk acıkıyordu insan. Kaynatılmış yumurta, peynir, salatalık, domates, tuz, biber, yeşil soğan; yanında bulgur pilavı, ev ekmeği, yoğurt… Bazen de göçmen sobasında pişmiş kömbe ve patates… Oturur afiyetle yerdik peşkirin üzerinde. İnek yaymaya gelenlerle ortak sofra açar, kardeş payı ederdik.

Öğle sıcağında hemen kuyunun yanına koşar ve içine dalardık. Kuyunun yarısı bizim diğer yarısı ise yılanlarındı. Kimse hak ihlali yapmazdı ama yine de korkumdan girip yüzemezdim. Kuyu deşilirken çıkarılan topraklar etrafına set çekmişti. Onun üzerine çıkar, kuyunun içine atlardık. Kimileri de koşarak gelip bir takla atıp, kuyunun ta dibini boylardı. Bu çok tehlikeliydi çünkü kuyunun dibi milekti. Eğer ayağı ya da kafası suyun içindeki çamurlaşmış toprağa yani mileğe gömülse bir daha çıkamazdı çünkü bataklık gibi içine çekerdi. Çekmese bile bir insanın ayağını saplandığı yerden çıkarmak mümkün değildi.

Kafamızı suyun içine sokup sokup çıkardığımızda beyaz kabarcıklar oluşurdu. Suyun içine tumup çıktıktan sonra serinlik bütün bedenimizde hissedilir ve kafamızı dışarıya çıkarınca derin derin nefes alırdık. Dereler ve su kuyularından köydeki çocuklar yüzmeyi öğrenirlerdi. Bundan dolayı da köyde yaşayan her çocuk yüzmeyi mutlaka bilirdi.

Hangi yana dönüp baksan geniş bir ova. Bütün tarlalar ekili. Herkes işinde gücünde… Çocuklar, kadınlar, adamlar herkes görevini itina ile yapardı.

Sararmış yabani otlar, iri taşlar, tarlada çalışanlar, hayvanlar, traktörler, kağnılar, at arabaları, çocukların şeker pancarından yaptıkları oyuncağı toprak yolda sürmeleri, ya da elinde cücük lastiğiyle kuşların peşinden koşan çocuklar, itlerin havlaması, kırlangıçların telgraf direklerinin tellerine konduktan sonra gökyüzünde tarlaların üzerinde uçması hepsi bir ezgi. Hepsi sonsuz bir huzur, flu bir duman, silikleşmiş bir göçmen kuşudur gökyüzünde süzülen şimdi.

Güneşin batıya doğru yöneldiği bir sırada sarı bozkır, yayvan tepeler, durgun gökyüzü üzerlerindeki baskıya dayanamayıp bu katlanılmaz baskıyı yok etmeye niyetlenmiş gibi kıpırdanmaya başladılar. Tepelerin ardından ansızın bir bulut sıyrıldı; kül rengi, boz katmer katmer bulut ben hazırım dercesine… Durağan havada bir kımıldanma oldu. Çıkan bir yel hışırtılarla ıslık çalarak bozkırda şöyle bir dolandı. Ağaçsız dağ tepelerinden taşıdığı tozları ekinlerin ve ovanın her yerine serpti. Ağaç yaprakları ise ince bir toz örtüsü altında kaldı.

“Bir dakka önceki havaya bak, bir de şimdikine. Birazdan buraya da yağmur inmeye başlar. Hemen gedek.” dedi dayolu Üsün.

“Içık daha durak da la! Belki yağmaz.” dedim.

“Dikmen tepesi karardı mı kesin yağar. Bu seferki karartı da korkunç! Valla, billa yağmur yağar.” diye ısrar etti Üsün.

Dayı oğlu haklıydı. Tarlada çalışanların hepsi ani kararan hava karşısında hızlı bir şekilde gitme hazırlıklarına başlamışlardı. Kuşlar bile yuvalarına çekilmek için kanatlarını çırparak havalandılar. Sığırcıklar da havalandı ama aniden esen rüzgârın etkisiyle yana doğru kaydılar. Kızıl gök, tepelerin ardından boğuk boğuk gürledi, ortalığa serin bir hava yayıldı. Yağmur serpiştirmeye başladı. Yavaş yavaş siyah bulutlar her yeri kapladı. Güneş bulutların arasında kayboldu gitti. Toz bulutları göz gözü görmez etti. Naylondan yapılan ya da ağaç dallarıyla yapılan çadırlar yerle bir oldu.

İnekleri önümüze katıp, hızlı bir şekilde köyün yolunu tuttuk. Gök delinmiş gibi yağmur yağmaya başladı. Gök korkunç gürlüyor, her saniye şimşek çakıyordu. Toprak yol çamur deryasına dönmüştü. Ayaklarımız çamurun içine giriyor zor çıkarıyorduk. Ufkun sağ yarısında öylesine parlak bir şimşek çaktı ki, dağlar, ovalar, tepeler ve tarlalar gözle görülen her yer karanlık iken aydınlandı. Korkunç bulutlar büyük bir kütle halinde yere değecek gibiydi.

Çevrede sığınacak herhangi bir yer yoktu. Uzaktan bir şimşek çaktı. İnekler huysuzlanarak böğürmeye başladı. Başını geriye doğru itince yular elimizden pırttı ama yakalamamız fazla uzun sürmedi. Bir şimşek daha çaktı. Arkasından gök çatırdadı. Şiddetli yağmurun altında çevremiz görünmez oldu. Bazen esen sert rüzgârın vurduğu yağmur tanecikleri yüzümüzü pişirirken acı çekiyorduk. Hayatımda böyle korkunç çakan şimşek ile gök gürültüsüne şahit olmadım. Gözümüzü açamıyorduk. Nefes alıp vermede bile zorlanıyorduk. Yağmur, boynumuzdan girip ayakuçlarımızdan çıkıyordu. Rüzgâr ise elbiselerimizi bedenimize yapıştırıyordu. Korkudan ve soğuktan titriyorduk. Sağanak daha da şiddetlendi. Köyün ilk evleri görünmeye başlamıştı. Gözlerimizde bir ışık beliriverdi. Köyün evlerini gördüğümde bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmemişti.

Eve kendimizi zor attık. Üzerimizi değiştirdik. Tam sobanın dibine oturup dinlenecektik ki dışarıdan bağırtılar geldi. Hemen dışarı çıktık. Ahali “Sel gelor, sel gelor!” diye bağırıyordu. Dayımgilin evi iki katlı kerpiç evdi. Üst katta oturuyorlardı. Alt katta ise inekler kalıyordu, aynı zamanda samanlıktı. Hemen aşağı indik. Mahalleli de toplanmıştı. İleride en aşağı yüz metre uzunluğunda sel dayımgilin evine doğru, tam ortalı geliyordu. Hemen torbaların içine kum-çakıl bırakarak evin beş on metre ilerisine set oluşturduk. Bütün mahalleli yardım ediyordu. Eğer komşular yardım etmeseydi sel evi yıkıp sürüklerdi. Hayatımda ilk defa sel görüyordum. Toprağı rulo gibi kıvırarak geliyordu. Ne korkunçtu. Rahmetli anacığım “Suyla ve ateşle şaka olmaz.” derdi.

Herkes elinden geleni fazlasıyla yapıyordu. Erkeklerin bazıları küreklerle ve kazmalarla bendi yükseltmeye çalışırken bazıları da bendin deliklerini kapatmaya çalışıyordu. Kadınlar ve çocuklar ise etraftan topladıkları irili ufaklı, gücü yettikleri taşları bendin üstüne bırakıyordu.

Sel yaklaşmıştı. Yaklaştıkça korkumuz da artmıştı. Eğer yaptığımız bent selin yönünü değiştirmezse dayımgilin evinin yerle bir olacağı kesindi.

Dayımgilin evinin arkasına çektiğimiz setten başka sele karşı yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktu. Yaklaştıkça sesinin korkunçluğu artıyordu. Hızlı bir şekilde bende çarpması ile yönünü değiştirmesi bir oldu. Yandaki yola yöneldi.

Bir rahat nefes alalım derken yine bağırtıların yönüne doğru koştuk. Vardık ki Ahmet emminin evini vuruyor sel. Yolun kenarlarından taşan su Ahmet emminin evine giriyor. Hemen küreklerle ve kazmalarla yolun kenarlarındaki tümsekleri yükseltmeye başladık. Uzun bir uğraş sonunda Ahmet emminin evine giren seli engelledik engellemesine de eşyasının çoğu zarar gördü. Gariban biriydi Ahmet emmi. Başta dayım olmak üzere tüm köylüler ona yardımcı oldular.

Yazın çalışılırdı. Kışa, sanki uzun bir yolculuğa çıkacakmışçasına ve çok uzaklara gidilecekmişçesine hazırlanılırdı. Her yıl aynı fasıl devam ederdi.  Kış gelince kapılar kapanacak, dış dünyayla tüm ilgi kesilecek ve o berkitilen kapılar ancak bahar güneşiyle ortalık ısınınca açılacaktı.

Kışın evlerin kapıları her ne kadar kapalı da olsa içeride yürekten samimi hoş sohbetler yapılırdı. Köy hayatı her yıl aynı nakarattı.          Hey gidi günler… Hey gidi köy günleri…

*

MEHMET GÖREN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pendik Escort Bayan Maltepe Escort Bayan Kartal Escort Bayan Kadıköy Escort Bayan Ataşehir Escort Bayan Ümraniye Escort Bayan Anadolu Yakası Escort Bayan Şişli Escort Bayan Mecidiyeköy Escort Bayan Taksim Escort Bayan Beşiktaş Escort Bayan Ataköy Escort Bayan Bakırköy Escort Bayan Bahçeşehir Escort Bayan Avcılar Escort Bayan Beylikdüzü Escort Bayan Şirinevler Escort Bayan İstanbul Escort Bayan Avrupa Yakası Escort Bayan
Facebook
Twitter
YouTube
Instagram