– FUAT OSKAY
*
“Hayat bir gündür, o da bugündür.”
Rilke “Tıpkı bir meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi ölümü de içinde taşır insan.” der. O kadar haklı ki.
Kaleme aldığı “Otuz Beş Yaş” şiirinde Dante gibi ömrünün ortasında olduğunu düşünen ancak kırk altı yaşında ölen Cahit Sıtkı Tarancı, ölüme kendi gerçeğini de içeren bir pencereden bakmamızı sağlar:
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında.”
Montaigne denemelerinde insanın doğarken aynı zamanda ölmeye de başladığını söyler. Öyle ya, her doğan ölmeye adaydır. İrade sahibi insan öleceğini bilir hayvanlardan farklı olarak.
Doğan Cüceloğlu eserlerinde diğer tabiat olayları gibi ölümün kendisinin de bir anlam ifade etmediğini, ona anlamı bizim yüklediğimizi söyler.
Hayalî Bey aşağıda verilen beytinde ölümü köprüye benzetir:
“Bir köprüdür bu âlem-i gilde ecel hemin
K’andan sipâh u mîr ü gedâvügâni geçer”
Hayalî’nin ölüme yönelik fânî dünya ile bâkî dünya arasında kurulan bir köprü benzetmesi genel anlamda divan şairlerinin ölüme bakışlarının özlü ifadesidir.
“Ölüm bir kapudur geçmek gerekdur
Beraber anda sultan ile çoban”
Ahmet Fakih’in yukarıdaki beytinde dile getirdiği gibi sultan olsun veya çoban, fark etmeksizin herkesin ölüm kapısından geçeceği hakikatine dayanarak divan şairlerinin şiirlerinde, en sevdiklerinin ölümü için dahi isyan söz konusu değildir. Aksine, aşağıda verilen iki beyitte de görüleceği üzere Allah’ın takdir ettiğine tam bir teslim oluş vardır:
“Elimizden ne gelür Hakk’a rızadan gayrı
Biz ana neyliyelim Hakk’a rızadan gayrı”
( Feyzî)
Takdîr-i Hak’daçün bu imiş emr- i kâf u nun
Sabreylemekden özge ne var Hak Hakîm imiş
Yahya Kemal “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; diye belirtirken veya ölüme Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) diye anlam yükleyen Mevlana ile birlikte 17. Yüzyıl tasavvuf şairlerinden Aziz Mahmut Hüdayî :
“Bir âşık irişse sana
Ol îd-i ekberdür ana
Budur murâd önden sana
Rabbüm meded Mevlâm meded.”
dizelerinde ölüm için “îd-i ekber ( en büyük bayram)”,
Yunusvari dizelerin sahibi Niyazî-i Mısrî de :
“Zulmet-i hicrinde bîdar olmuşum yâ Rab meded
İntizâr-i subh-i dîdâr olmuşum yâ Rab meded”
beytinde ölümü vuslat sabahına benzeterek güzellemeler yapıp muratlarının bu olduğunu söylerken;
Cemal Süreyya, babasının ölümüyle ruhuna dolan derin tahassürü şu dizelerle ifade eder:
“Sizin hiç babanız öldü mü
Benim bir kere öldü, kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.”
Ölümü kabullenen, ona karşı boynunu kıldan ince bilen halk kültürü ise şöyle tepki verir:
“Ölüm Allah’ın emri, ah ayrılık olmasaydı.”
Ayrılık… Sonsuz ayrılık. Acı ayrılık.
İnsan, bildiği için duygulanır. Düşünceleri duygularına yön verir çünkü. Evrenin sonsuz akışı içinde o kadar kısacık ve o ölçüde de biricik bir hayatımız var ki kıymet yüklememiz gereken. Aldığımız her nefes değerli. Bu değer yalnızca kendi varoluşumuzdan değil, başkalarının da var olduğunu bilmek, görmek ve duyumsamaktan ileri gelir. Hele ki sevdiklerimiz, ailemiz, akrabalarımız, yakın dostlarımız, arkadaşlarımız. Her biri hayatımızı anlamlı kılma adına ne kadar da kıymetli. Ömrün son anlarında, ölüm döşeğinde, onları rıhtımda kendisine el sallarken bulamamanın, ellerine dokunarak, gözlerinin içine bakarak uğurlanamamanın ne derin bir acı olduğunu sılası olmayan o gurbet yolculuğuna çıkanlardan başkası nerden bilsin…
Evet neylersin, şairin deyimiyle ölüm herkesin başında. İnsana musallat olan meşum salgının etkisinde ölümün çokça hayatı akıllara getirdiği bu demde yeniden anımsadım o günleri…
Hacettepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde soğuk koridorları aşındırmanın 4. haftasındayız. Mermer soğuk. Renkler soluk. Herkesin yüzünde bir varlık telaşı, dört koldan hayata tutunma mücadelesi. Hastamın olduğu koğuşta yaşı altmışı geçkin bir hasta amca var. Oda iki kişilik. İki hasta arasında çekili bir perde. Amca çok mülayim. Çok halim selim. Kendisine akşamları oğlu, gündüz vakitleri ise kızı refakat ediyor. Oğlu işte çalışıyor. Üstünü değiştirmesiydi yemek yemesiydi, evden hastaneye gelmesiydi derken çoğu zaman geç vakitlerde ancak gelebiliyordu. Kızı ise evliydi, belli ki her zaman müsait olup gelemiyordu. Onun için çoğu vakit hastamızla birlikte amcanın da ihtiyaçlarını gideriyorduk. Helal hoş olsun çok duasını aldık.
Hasta amcanın yorgun bedeni bir zaman sonra tedaviye olumlu yanıt vermedi. Gün gün gözlerimizin önünde eridi amca. Kendisine solunum cihazı bağlandı. Makineden dahi nefes alırken çok zorlanıyordu. Son demleriydi artık, bunu hissediyorduk. Vefatından iki gün önce acılı kızıyla göz göze geldik. “Biliyorum.” dedi. “Kardeşini bekliyor. Amcam gelsin son nefesini öyle verecek babam.”
Ne bileyim; işin doğrusu kızının, içini dağlayan acının tesiriyle böyle konuştuğunu düşünüp pek üstünde durmadım. Nihayet sonraki gün Bursa’dan hasta amcanın kardeşi çıkıp geldi. Hastalığı süresince kardeşinin haberi mi yoktu, başka bir şey mi vardı, niye gelmemişti…? Aile meselesidir diye düşünüp hiç sormadım ben ama gariptir ki hasta amca kardeşini dünya gözüyle gördükten bir saat sonra kızının dediği gibi son nefesini verip ruhunu teslim etti.
Takdir-i ilahi, hayatın hikmeti böyle işte. Yeniden düşündüm, zor olan ölüm müydü? Hayır.
Teslimiyetin göğsü dolduran sessiz çığlığına ben de karıştım:
“Ölüm Allah’ın emri, ah ayrılık olmasaydı…”