*MEHMET GÖZÜKARA
*
“Kalk efendi” diyerek dürtükledi hanımı. Daha sabahın körüydü ve Çakmak Mustafa uykusunu alamamıştı. Sıcacık yatağını bırakıp kalkası yoktu, yoktu ya dün geceden söz vermişti hanımına. Bugün, ne zamandan beri aralarında bitmez tükenmez tartışmaya yol açan o işi halledecekti. Kaç gece küs yatmışlardı bu yüzden. Geç bile kalmıştı.
Cılız bacaklarını yatağın kenarından sarkıttı, uzun uzun esnerken bir yandan da bacaklarını sallayıp duruyordu. Dün akşam bulgur pilavının yanında iştahla yediği soğanın kokusunu genzinde hissedince yüzünü ekşitmekten kendini alamadı. Acıkmıştı.
“Koydun mu çayı?”
“Hazır, hele sen kalk. “Erken kalkan yol almış.” derler. “Gerçi; sen işten korkma, iş senden korksun” da derler ya neyse. Öğleden önce şehre varmalısın, aksi halde akşama nasıl dönesin?”
Varacaktı elbette. Bulacaktı o sözünde durmayan Çerçi Meksen’i. Neredeyse bir aile felaketine sebep olacak o adamı bulacak ve sözünde durmayışının sebebini öğrenecekti. Üç aydır söylenip duran hanımına hak vermemek mümkün müydü? Karısının “Herkesi kendin gibi zannediyorsun, tanımadığın adamı eve getirdin de ne oldu? İyilikten maraz doğdu. Âlemin akıllısı, vicdan sahibi sen misin? Camiden çıkan cemaatin en zengini sen miydin? Zengindin de benim niye haberim yok? O Allah’tan korkmaz niye durmadı sözünde?” diye başladığı cümlelerin o gün bu gündür ardı arkası kesilmemişti. Bir de öküzlerinin başka pazarda satıldığı haberi kulaklarına gelmesin mi? “Yandım Allah!” demişti içinden. “Artık dilinden kurtulması zor, vay ocağı batasıca. Ne iş ettin bana böyle!” Bu mesele yüzünden Meksen emmi hayatlarına iyice yerleşmiş, onunla yatıp kalkar olmuşlardı. Nazife her adı geçtiğinde “Emmiliği batsın, o sözünde durmazın! Seni dolandırıldığını da geçtim, konuya komşuya maskara olduk. Senin yaptığın saflıktan da öte bir şey, ahmaklık bu ahmaklık…” diyor, başka şey demiyordu.
Yerinden kalktı. Elini yüzünü yıkamalı, işine gücüne bakmalıydı. Ayakyolu evin dışında, bahçenin uzak bir köşesine yapılmıştı. Artık herkes tuvaletlerini evin içine almıştı da kendisi bir türlü imkân bulup yapamamıştı. Özellikle kışları tuvaletin bahçede olması sıkıntıya yol açıyordu ama şimdilik yapacak bir şey yoktu. Tuvaletin tahta kapısı gıcırdayınca her zamanki gibi söylendi ama ardından suçun kendinde olduğunu hatırlayıp sustu. Yıllardır nerdeyse hep aynı yerde duran ibrikle elini yüzünü yıkadı, kayısı ağacının budanmış dalına çaktığı paslı çivideki havluyla iyice bir kurulandı. Bahçe duvarının da bir elden geçmesi lazımdı ya ne ile yapacaktı? Kum alsa çimentoya, çimento alsa kuma verecek para yok. Üstelik yaptığı akılsızlığı hatırladıkça uykuları kaçıyor, onu evine aldığına bin kez pişman oluyordu.
Nasıl almasındı ki? Caminin önündeki misafir taşında onu masum ve yorgun halde görünce vicdanı el vermemişti. Hele de komşu ilçeden biber satan garip bir çerçi olduğunu öğrenince evinde kalmasını teklif etmişti. Akşam karanlığında adamcağızın eşeği bile zavallı ve yorgun görünmüştü gözüne. Acımıştı enikonu. Merhametli adamdı, böyle görünce dayanamamıştı. Hani Meksen emmi de az anasının gözü değildi ha. “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” hesabı yalancıktan nazlanmış, kendisini birkaç kez ısrar etmek zorunda bırakmıştı. Hanımı, akşam vakti yanında bir misafirle habersiz gelmesine ses etmemiş ama zaten iki göz odasıyla, duvardaki toz boyanın sürekli döküldüğü köhne eve şu yokluklarında birini getirmesine de içerlemişti. En çok da akşam sofrasında uzun uzadıya yapılan pazarlıkta sinirlenmişti. “Uyanık bir adama benziyor.” diye kulağına fısıldadığında, “Gariban bir adamcağız, sevap olur, bu gece kalıversin” diye cevapladığını da hiç unutmuyordu.
Sofrada Meksen emmi ha bire konuşmuştu. Gittiği, gezdiği yerleri anlatmış, asker anılarından dem vurmuştu, doğrusu tatlı dilli sayılırdı. Hele alıp satma işine sıra gelince pek hevesli konuşmaya başlamıştı. Çakmak Mustafa da söz arasında iki öküzünü satmayı düşündüğünü nasılsa ağzından kaçırıvermişti. Zaten bu tez canlılığı yüzünden, kendine Çakmak Mustafa deniyordu. Doğruyu eğip bükmeden dosdoğru derdi.
“Ne güzel bir tesadüf bu? Benim de iki öküze ihtiyacım vardı. Nerden alayım diyordum ne zamandır. En iyisi ne sen öküzleri ele sat, ne ben elden alayım.” diye başlamıştı Meksen emmi konuşmasına. Sonuçta onun da iki öküz alması gerekiyordu. Belki de gerekmiyordu da öküzleri satacağını duyunca öküz alası tutmuştu. Her ne ise sıkı bir pazarlık sonunda anlaşıp el sıkışmışlardı. Ancak Meksen emmi parasını gelecek ay verebileceğini söyleyince karısı sofranın başında kendisini yandan gizlice dürtüklemiş, kaşını gözünü oynatarak adamın teklifini kabul etmemesini işmar etmişti. Üstelik Nazife’nin paraya ihtiyaçları olduğunu, veresiye veremeyeceklerini sofra başında birkaç kez dile getirmesine rağmen, adam onu hiç duymamıştı bile. Bütün bunlar bu yüzden olmuştu.
“Yine mi hamur kızarttın Nazife?” diyerek söylendi Çakmak Mustafa. Son hafta hep mayalı hamuru küçük bezelere ayırıp eliyle açarak yağda kızartmış, çaylarının yanına çekirdeği büyük, eti az zeytinleriyle katık yapmışlardı.
“Ye hele! Nimete burun kıvrılmaz, yağdan undan başka neyimiz var da ne bekliyorsun?”
Az buçuk etli butlu kadındı Nazife. Sürekli hamur işleriyle uğraşır, kendini hiçbir şeyden mahrum etmezdi. Evin şenliği öküzleri gideli, gündelik gördüğü işlerde hafiflediğinden günden güne kilo alıyordu. Dudağının üstünde büyükçe siyah bir beni vardı. Konuşurken, özellikle sinirlenince daha fazla hareket eder, dinleyenin dikkatini dağıtırdı. Nişanlıyken hiç dikkatini çekmemişti Mustafa’nın. Evlendikten sonra büyümüş müydü ne, yoksa böyle hatasını yüzüne vurdukça daha mı belirginleşiyordu, bilemedi. Evlenmelerine vesile olan Şerife bacı düştü aklına. Nazife’yle ilgili saydığı övgülerini hatırladı bir anda. “Nazife akıllı bir kız. Bir evi çekip çevirir. Bağ bahçe işlerinde arkadaş, evde iyi bir eş olur.” demişti. Mustafa’ya göre de Nazife köyde bir taneydi. Uzun boylu, beyaz tenli, görgülü bir ailenin kızıydı. “Aslında ikimiz de yanılmamışız.” dedi içinden. Nazife ile evlendikten bu yana ne yokluktan yerindiğini, ne de varlıktan öğündüğünü duymuştu. Şükürlü bir kadındı. Eli terazi, gözü mizan bir kadındı. Ev hanımlığına gelince, ona uyar yoktu. Hele hamur işlerinde kimse eline su dökemezdi. Hırka örmeyi elbise biçip dikmenin yanı sıra, köyde kaç çocuğa ebelik etmiş Allah bilirdi. Tüm bunların yanı sıra, dört çocuk vermiş, babalığa da kocalığa da doyurmuştu. Ama bu kadının kendinden daha fikirli olmasını kendine yediremediğinde dayanamaz, içinden söylenirdi Mustafa. Allah var, Meksen emmi konusunda Nazife haklıydı, “Ben tez canlılık ettim.” diye düşündü ise de bu çok uzun sürmedi. “Dilden gelen elden gelseydi, her fukara padişah olurdu, benim ki de iş mi yani?” düşüncelerinin pençesinden kendini çekip almaya çalışırken diğer taraftan da Meksen emminin yaptığını sorguluyordu!
İnsan misafir olduğu, ekmeğini yediği insanı nasıl dolandırırdı? Yaptığının zararı sadece bana dokunsa haydi neyse. Bu hadiseyi duyan her insan, evine misafir alırken daha çekingen davranacak, bu çekince belki de nice masum insanın dışarıda kalmasına sebep olacaktı. Yapılan iyiliğin karşılığı bu olmamalıydı. İyilik etmenin bedeli ağırlaştıkça, edenin sayısı da gitgide azalacaktı. İnşallah Meksen emmi kendini misafir alan adamı çarptığını çok dillendirmemiştir. Eve alınan misafirin, ev sahibinin öküzlerini gasp etmesinden daha öte bir şey… Daha ötesi; vefa ve merhametin yan sıra insanlığın gördüğü zarardı. Bizi biz yapan değerlerin ölmemesi adına, Meksen emmiden bu parayı almalıydı.
Nazife’ye dönerek:
“Bana biraz yolluk hazırla. Yolum uzun. Belki kalmak icap eder. Olur ya, adamcağızın gelmemesine sebep bir mazereti vardır belki de. Olur mu olur. Onu varmadan, sormadan bilemeyiz. Bakarsın kalmam icap eder. Kalır da gelemezsem beni merak etme.” dedi.
Nazife alt dudağını bükerek başını sağa sola salladı. Bakışlarıyla sen akıllanmazsın, demek istiyor; giderayak bir bahane üretir de gitmekten vazgeçer diye susuyordu. Zaten yeterince söylemişti. O adam güvenilmez birine benziyordu. Eşi, öküzlerini herkes gibi pazara götürüp satsaydı hem ellerinde paraları olurdu hem de böyle son ayları beklemekle ve kavgayla geçmezdi. İkisinin de sinirlerini iyice yıpratmıştı bu kavgalar.
“Hamur kızartması neyine yetmiyor? Bundan birkaç parça koyarım. Acıkınca et gibi, bal gibi gelir sana…”
Çakmak Mustafa, Meksen’i bulur bulmaz son aylarda çektiği sıkıntıları da anlatacak, yaşadıklarını bir nevi yüzüne vuracaktı. Hanımının hazırladığı küçük çıkını alıp düştü yollara. Hele bir varaydı, hele onu bir bulaydı…
***
Kaya pınarı mevkine geldiğinde hâlâ kendi kendine söyleniyordu. Vakit öğleyi devirmiş neredeyse ikindiye varmıştı. Aklına Meksen emmi geldi. İçinden, “Acaba şimdi nasıldır?” diye geçirdi. Az ilerde bir koyun sürüsü geniş otlakta yayılıyordu, bu yılın kuzuları hem yayılıyor hem de hoplayıp zıplayarak kendilerince oyun oynuyorlardı. İlk önce çobanı göremedi. Neredeydi acaba? Etraflıca bakınınca uzun değneğini kucağına alarak bağdaş kurup oturmuş olan çobanı ve karşısındaki adamı gördü. Adam el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu. Çoban da pür dikkat adamı dinliyor, arada bir tasdik ederek başını sallıyordu. Yanlarına yaklaştığında selam vererek oturmayı düşündü ama sohbetin koyuluğunu görünce hiç ses çıkartmadan hemen yanı başlarında bir yere oturup sohbeti dinlemeye başladı. Hafif sakallı, kalın kaşlı, nur yüzlü denilen türden bir adamdı konuşan. Sesi karşıdakini cezbedecek tondaki bu derviş görünümlü adamın konuştukları dikkat çekiciydi, o da ister istemez bu konuşmaya kulak kesildi.
Bir ara adam sözlerine kısa bir ara verdi ve derin, insanın gözlerini delecekmiş gibi bakan gözlerini Çakmak Mustafa’ya dikti. Çakmak Mustafa başıyla selam verdi ama ürpermekten de kendini alamadı. Adam sağ elini göğsüne koyarak Çakmak Mustafa’nın selamını aldı ve aynı dikkat çekici ses tonuyla sohbete devam etti.
“Kendinde bir varlık gören serseri
Altın ondan, gümüş ondan, pul ondan.
Bağ bahçe dal budak, O’nun eseri
Yaprak ondan diken ondan gül ondan.”
Çakmak Mustafa elinde olmadan içinde bir tedirginlik hissetti. Sanki bu derviş gönüllü adam içinden geçenleri anlamış ve ona göre konuşmuştu. Çakmak Mustafa, bu duygular içindeyken adam sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi konuşmaya devam ediyordu;
“Âdem’i balçıktan halk eden Hüda
Toprağa zerk etmiş her türlü gıda
Toprakça olmalı toprağa veda
Humus ondan, kireç ondan, kil ondan.”
Çakmak Mustafa’nın duyguları allak bullak olmuştu, içinde fırtınalar kopuyor, kendi kendine Meksen emmiye karşı haksızlık yaptığını düşünüyordu. Ona karşı duyduğu öfke ve kızgınlığın üstüne bir kova su dökülmüş gibi oldu. Günlerdir içinde biriktirdiği öfkeden utanmaya başladı adeta. Çakmak Mustafa sanki uhrevi bir âlemdeydi ve büyük ihtimalle de kırklar meclisindeydi. Yoksa içinden geçen bu duyguları nasıl izah edebilirdi ki? Aklı, “Toprakça olmalı toprağa veda” sözüne takılıp kalmıştı.
Derviş haklı, diyordu içinden. Her insan balçıktan halk edildi ama topraklarının aynı olduğunu söyleyen olmamıştı. Belki de insanların farklı tıynette, huyda, renkte olması da bundandı ve bu da Allah’tandı. Acaba, “Her insan sütünün hükmünü işler.” demeleri de bundan mıydı? “Öküzü sana veren de Meksen emmiyle seni imtihan eden de o.” mu demek istiyordu?
“Yıkılır siyeçler bozulur bağlar
Sevip sevilenler karalar bağlar
Gün gelir yün gibi atılır dağlar
Tufan ondan, afet ondan, sel ondan.”
“Gün gelir yün gibi atılır dağlar” ifadesi Çakmak Mustafa’ya geçen haftaki Cuma namazı öncesindeki vaazda imamın okuyup mealini verdiği bir ayeti hatırlattı. Kıyametin kopuşunu anlatan bu ayet aklında kaldığı kadarıyla Me’aric sûresinin 8 ve 9. âyetiydi ve mealen şöyleydi. “Göğün, erimiş maden gibi ve dağların atılmış renkli yün gibi olacağı günü hatırla.” İçi titredi. Öküzleri verdiği günden beri çektiği sıkıntıyı, geldiği bunca yolu düşündü. Acaba yanlış mı yapıyordu? İşin içinden çıkamadı.
Sohbet hoştu fakat evde hanımı parayı alıp geleceği vakti bekliyordu. Yerinden doğrularak;
“Bana müsaade…” dedi.
“Yolun açık olsun.” dedi derviş.
“Uğurlar olsun.” dedi çoban.
Meksen emminin memleketine nihayet gelmişti. Her yerde olduğu gibi herkes kendi günlük telaşındaydı. Kimi esnaf dükkân önünde sohbet ederken, çocuklar sokaklarda oyun oynuyordu. Önünden geçen iki büklüm yaşlı kadının elini öpüp hayır duasını almak istediyse de cesaret edemedi. Sadece Meksen emmiyi sordu.
“Bilemedim ki evladım… Akıl mı var ki? Kimlerdenmiş?” derken oldukça yüksek bir ses tonuyla cevap veren kadının belli ki kulağı sağlıklı duymuyordu.
Bu yüzden kadıncağızın kulağına hafifçe eğilerek olabildiğince yüksekçe bir sesle Meksen emmiyi tarif etti. Hafif göbeği, ensesinde biraz saçı, güneş altında gezmekten iyice kararmış yüzü, etli dudakları, seyrek kaşları vardı. Kadın, “Haa, senin aradığın şu yüzsüz Meksen dedikleri… Ama nerededir, kimin canını yakar, bilemem ki!” deyince Çakmak Mustafa’nın içinde bir sızı ateş olup damarlarında dolanmaya başladı. Şayet kadının anlattığı Meksen kendinin aradığı Mesken ise…Yok yok.. Bu tamamen tesadüf olmalı. Çaresiz ve sabırsızca sokak sokak, dükkân dükkân onu aramaya devam etti.
Meksen emmiyi sormak için girdiği bir pırtı dükkânında iki adam tartışıyordu. Verdiği selamın alınmasını beklerken boşuna beklediğini fark etti. Çakmak Mustafa’yı gören dükkân sahibinin sesi daha da gür çıkmaya başlamış, “Maden almayacaktın da neden malımı tardan indirttin?” diyordu. Karşısındaki de kendini savunuyordu; yahu kardeşim basmayı tardan indirmeden, alacağım basmaya nasıl bakarım? Senin ki de iş mi? Şeklinde sözler söylerken Çakmak Mustafa verdiği selamı kendi alarak dükkânı terk ediyordu.
Aktar dükkânının önünde küçük bir masanın etrafında kürsüde oturan adamlara yaklaşarak hayırlı günler diyerek selam verdi. Aleykümselâm kardeşim diyerek selamı -diğerlerine nazaran daha sesli- alan adamın aktar olduğu haline yansıyordu. Aktar, “Buyur!” diyerek devam etti söze. Meksen emmiyi soran Çakmak Mustafa’nın sesini bastıran, semer yüklü “Thames” marka kamyonun kaldırdığı toz caddenin her iki tarafına yayılarak yanlarından geçti. “Elin memleketine kamyon kamyon kravat gelir, bizim memlekete de kamyon kamyon semer geliyor” diyen Attarın sözlerini; Çakmak Mustafa o an çok anlamlandıramadı.
Neden sonra onu bir kahvede otururken bulduğunda yorgunluktan yıkılmak üzereydi. Tam da yaşlı kadına tarif ettiği gibiydi ya sanki azıcık daha göbeklenmişti. Mustafa’nın aramaktan bacaklarında derman kalmamıştı. Akılsız başının cezasını ayakları çekiyordu. Elindeki hafif çıkını bile ağırlaşmış, sanki kurşun çuvalı olmuştu. Selam verip yanına oturdu. Adam sanki onu ilk kez görür gibi bakıyordu. Şaşırdı. Bu nasıl işti?
“Meksen emmi! Hatırlamadın mı beni? Şıra Köyünden Mustafa’yım ben. Hani üç ay önce bizde kaldıydın ya bir gece, Çakmak Mustafa…”
Adam, dudaklarını alay eder gibi büktü, yüksek sesle “Al işte bir tane daha!” diyerek yanında oturan üç adama bakıp güldü. Allah Allah! Bu da neydi şimdi, n’oluyordu böyle? Çakmak Mustafa neler döndüğünü anlamamış, bir açıklama bekliyordu. Adam “Bir tane daha!” derken deli mi demek istemişti yoksa?
“Sen de beni Meksen emmi ile karıştırdın besbelli! Benim adım Meksenli’dir. Rahmetli Meksen emmiye benzetirler beni. O eşeğiyle gezer biber satardı. Yaşarken de bu benzerlikten az çekmedim ya neyse, yine de mekânı cennet olsun, tam iki ay evveli Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir önceki akşam yakınlarına; “Yolculuk var, yarın sabah bir emanet vermek için Şıra Köyüne gideceğim falan diyormuş. Garibim Tahtalıköy’e gitti iyi mi?”
Çakmak Mustafa’nın dünyası adeta başına yıkıldı. Nasıl olurdu? Bu kadar benzerlik Allah’tan reva mıydı? Ne yani, o öldüyse şimdi iki öküzün parası da ölmüştü?
Adamın, “Bir çayımızı iç.” derken pis pis gülüşü onu şüpheye düşürdü. Nasıl ispat edecekti. Çayını yudumlarken bir oyunun içinde olduğunu hissetti. Eh, oyunsa oyundu, el mi yaman yoksa bey mi yamandı, herkes görecekti. Bozuntuya vermemesi gerekti. Soğukkanlılığını her nasılsa koruyabilmeyi başararak kendine kurulan bu oyuna gönüllü dâhil olmaya karar verdi. Başladı Meksen emmiyi övmeye;
“Vah vah, demek rahmetli oldu garibim Meksen Emmi! Çerçicilik yüzünden bir gün görmemişti zaten. Ben de ona para getirmiştim. Son zamanlarda Allah bize “Yürü ya kulum!” dedi galiba. Ben de: “Öküzlerden borcun yok.” demeye, biraz da yardım etmeye gelmiştim. Demek kısmeti yokmuş. Allah’ın işine bakın yahu!”
O anda Meksen emminin gözlerini görmeliydiniz. Fal taşı gibi açılmıştı. Adam içinden hemen hesap yapmaya koyulmuştu bile. Allah “Yürü ya kulum!” dediyse bu adam hayli zengin olmuştur diye düşündüğü kesindi. Art arda sorular geldi.
“Çok mu varlıklandın?”
“Büyük başa mı yatırdın yoksa bütün paranı?”
“Bu arada, şehre de taşınmışsındır?”
“Şehirde de ihtiyaç sahibi olanlar var amma gayri sen bilirsin.”
“Benim elimde dar ya, tanımadığına ne diye yardım edesin?”
Söylediklerine inandırmıştı işte. İçinden derin bir oh çekti. Bundan sonrası kolaydı, yeter ki bir yanlışlık yapıp foyasını meydana dökmeyeydi.
Onun inanması Mustafa’da gözle görülür bir rahatlama sağlamıştı. Başı daha bir dikleşiyor, yorgunluğu bedeninden akıp gidiyordu. Hayal de olsa zenginliğinin keyfini sürdü çayını yudumlarken. Zaman zaman uzaklara dalıp gidiyor, Meksen’in ölümüne ziyadesiyle üzülmüş gibi tavırlar sergileyerek onları iyice inandırmaya çalışıyordu. İçinden de “Allah büyüktür!” diyordu, yalanı ortaya çıkacaksa da en azından içine şüphe düşürmüş olmanın tadına varacaktı. Son yudumu da içince zengin kalkışıyla bir bacağına hafiften vurarak ayağa kalktı.
“Eh, bana müsaade o halde Meksenli Ağa’m!. Alacaklarım var, ardından bir lokantada karnımı doyurayım. -Çıkınına bakarak- Altın da bozdurmam lazım. Köyde bile para ihtiyacı bitmiyor işte. Gerçi evde var amma fazlası göz çıkarmaz. Olmadı bir otelde kalırım bu gece.” Meksenli’nin buna gönlü razı olur muydu hiç? Böyle misafir gelecekti de otel odasında yatsındı, olacak iş miydi bu. Meksenli ayağa kalkarak Mustafa’nın kolundan yapışmıştı bile. Çakmak Mustafa’yı kendi evine davet ederken kollarından çekiştiriyor, gözlerini de çıkından ayırmıyordu. Çakmak Mustafa, ısrarlara dayanamamış gibi o gece için Meksenli’ye misafir olmayı kabul etti. Belki de sohbet anında ağzından kaçırırdı. Bunu bekleyip görecekti.
En azından hanımına yalancı çıkmayacaktı. Dememiş miydi “Israr ederse kalırım, dönemem.” diye. İşte ediyordu.
Meskenli, onu şehrin en iyi lokantasında doyurdu, çayını kahvesini de ısmarladıktan sonra “Yorgunsundur.” diyerek evine götürdü.
Epeyce yürüdüler. İki katlı evi gördüğünde Mustafa şaşırdı. Kendi evinin bunun yanında tavuk kümesi kadar kaldığını düşününce bir iyice hırslandı. Gidinin sahtekârı kim bilir kendisi gibi kimleri de dolandırarak bu eve sahip olmuştu. Şimdi gülücük saçan bu adamın yaptıklarını Allah yanına koyar mıydı? Koymazdı elbet. Meksenli, arkasına bastığı ayakkabılarını kapı önündeki kirli paspasa çıkarırken:
“İşte bizim fakirhane!” dedi. Sonra yüksek sesle içeriye seslendi:
“Hanım… Hatırlı misafirimiz var, gel hele…”
Meksenli’nin hanımı; üstünde puanlı entarisi, başındaki oyalı yazmasını düzelterek geldi. Uykulu gözlerini son bir gayretle biraz daha aralamaya çalıştığını saklamadan “Hoş gelmişsin Meksen Efendi” dedi. Dedi ama Meksen’in yüz hatları da aynı anda değişti. O anda esen rüzgâr eşikte bulunan üç kişinin iç dünyasından buz gibi esip geçti. Çakmak Mustafa’yla göz göze gelen Meksen, suçüstü yakalanan bir çocuk gibi telaşlandı. Bu telaşla, hanımı Safiye’ye öfkeyle baktı. Safiye; pot kırdığının farkında bile değildi ama olağanüstü bir durumla karşı karşıya olduğunun anlaması uzun sürmedi.
Safiye’nin; “Hoş geldiniz!” deyişindeki ses tonundan, bu eve pek misafir gelmediği anlaşılıyordu. Çakmak Mustafa’yı misafir odasına buyur ettikten sonra mutfağa geçen Meksen, hanımına durumu izah ederken sesindeki öfkeyi saklamakta zorlanıyordu. Meksen’in çevirdiği dolaplara alışık olan kadının “Tamam!” demesi mutfağın duvarlarına sıvandı. Meksen’in öfkesi, yerini kaygıya devretmişti. Acaba durumu anlamış mıydı Çakmak Mustafa. Anladıysa ne olacak canım. Geçerli bir mazeret uydurur, inandırırım masum olduğuma, dedi kendi kendine. Hanıma öfkelenmişti ama aslına bakarsan onun da çok kabahati yoktu. Kadın nerden bilsin durumu diye düşünerek, Safiye’ye karşı sesini yumuşattı.
“Seni de yalnız koyduk, kusura bakma.” diyerek geri dönen Meksen koltuklardan birine yayılıp oturdu. Şuradan buradan konuşmaya daldılar.
Çakmak Mustafa artık emindi. “Artık şüphem yok, Meksenli bizim Meksen emmi…” dedi içinden. Bunu söylerken artık hamle sırasının kendine geldiğini biliyor, aklından neler yapması gerektiğini tekrarlıyordu. İşi anladığı andan beri aklı cin gibi çalışmaya başlamıştı.
Bir süre sonra evin hanımının gönülsüzce hazırlayıp getirdiği meyveleri yerlerken Meksenli sordu;
“Odanı hazırlayalım mı, yorgunsan hemen yat istersen.”
“İyi olur, iyi olur da… Yarın altıncılar dükkânı kaçta açarlar acaba?”
“Dokuza kalmaz açarlar” derken Meksen’in suratında beliren sinsi ifade ve sırıtış Mustafa’nın gözünden kaçmadı.
“Olmadı ya, vakit geç olur.”
“Hayırdır inşallah!”
“Dokuzdan önce yapmam gereken işlere para lazımdı.”
“Ne kadar lazımsa ben sana vereyim, Kuyumcular dükkânı açınca sen bana verirsin.”
“Sende o kadar para var mıdır ki?”
“Ne kadar lazımdı?”
“İki bin lira kadar…”
“Ben de on beş yirmi bin lira diyeceksin sandım. O kadar para bizde de var.”
“Tamam, o zaman. Sen ver, ben yarın sana fazlasıyla iade ederim.”
Fazlasıyla sözü üzerine Meksen’in gözleri parladı. Adam zengindi tabi. Fazladan vereceğini söylediği paranın lafı mı olurdu onun için. Karısına bakıp gülümsedi. Kadın da gülümsedi. Eh, ne de olsa havadan para gelecekti. Kocası işini bilirdi.
“Safiye! Hele cüzdanımı getir, Mustafa ağamıza iki bin lira verelim. Rahat uyusun misafirimiz.”
Safiye gönüllü olduğunu belli etmek istemezcesine yavaş yavaş iç odaya gidip kısa zaman sonra cüzdanla geldi. Meksenli cüzdandan çıkardığı bir tomar paranın yarısını sayıp uzattı;
Buyur ağam, sabah erkenden çıkarız. Benim bir sarraf yeğen var, kârlı bozar sana altını. Ona gideriz.”
“Kahvaltımızı nerde yapacağız?”
“Bizim fakirhanede elbet…” Karısına baktı, başını sallıyordu. Parayı koynuna sokan Mustafa, ağzındaki son parça elmayı da şapırdatarak yedikten sonra artık yatabileceğini söyledi.
Odası hemen hazırlanmıştı. Kimselere kıyıp seremediği yeni mavi çarşafı bu misafire seren Safiye, ilk karşılaştıklarındaki hatasını telafi etmeye çalışıyordu. Bu gece kocasının gözüne iyice girmişti. Leğeni, ibriği, havluyu bile misafirin odasına hazırlamıştı. Mustafa da az uyanık değildi. Şüphe çekmemek için ayakyoluna giderken bile kızartılmış hamurun olduğu çıkınını yanında götürmüştü. Maazallah açarlarsa yandığının resmiydi.
Herkes odasına çekildi. O gece Meksen de olur olmaz malihülyalara dalmıştı. Acaba Safiye’nin yaptığı gafın farkında mıydı Mustafa? Farkında olma ihtimali olduğu düşüncesi bile içini kemiren bir tırtıla dönüşüyor, aklı bulanıyordu.
Sarrafa durumu anlatıp oradan da kâr sağlayacaktı ama bu da yetmezdi. Keşke “Meksen emmi öldü.” yalanını söylemeseydi. İş bu kadar zor olmazdı. “Altını çıkında gezdirdiğine göre…” dedi kendi kendine. “Hadi hayırlısı… Benim gibi adam bu çıkından payını almalı.” derken göz kapakları da kapanmaya başlamıştı.
***
Safiye, akşam konuşulanları anımsar anımsamaz yatağından fırlamış, hazırlıkları tamamlamıştı. Kahvaltı için üşenmemiş bir de hamur kızartması yapmıştı. Çay demini, çorba kıvamını almış, çay bardakları ve çorba kâseleri çoktan sofradaki yerlerini almıştı.
Meksen’in misafiri uyandırma zamanı gelmişti. Pijamalarının önünü ilikleyip saygıyla kapıya yaklaştı. Sarraf dükkânı açar açmaz orada olmak gerekirdi. Kapısını tıklattı. Hafif geriye çekilip dinledi, ses yok. Derin uyuyor olmalıydı. Ne de olsa dünden kalan yorgunluğu iliklerine işlemişti. Kapıyı bir kere daha tıklattı, yine ses yok. Hain haflı olur ya, birden içinde bir avuç cam kırığı çalkalandı durdu. Bu sefer kapıyı daha hızlı çaldı ama yok. Yok, yok…
İçindeki endişeyi bastırmaya çalışarak kapıyı hızlıca açtı. İçeriden dışarıya saldıran sessizlik Meksen’i alt üst etmeye yetti de arttı bile. Her yeri, tepeden tırnağa her yeri buz kesti adeta. Dondu kaldı. Eli ayağı kesildi. Uzunlamasına alelade atılmış yorgan hiç bu kadar iğreti görünmemişti gözüne. Yatağın yanına geldi. Ani bir kararla dışarı koştu. Tuvaletin kapısı ardına kadar açıktı. Amaçsız bir şekilde ev ile tuvalet arasında gidip geldi. Safiye diye bağırmasını kendisi bile duymadı. Yeniden yatağın serili olduğu odaya koştu. Boş bir çuval gibi yatağın üzerine yığıldı. Elini yorganın içine soktu. Döşek bir ölü soğukluğunda değdi eline. Çakmak Mustafa gideli çok olmuştu.
Ünü yettiğince elinden kaçırdığı avının pişmanlığıyla bir gözüyle kapıya diğer gözüyle tavana bakarak bağırdı “Mustafaaa… Mustafaaa!”
Safiye odaya geldiğinde Meksen yatağın başucunda oturuyor esrik sayıklamalarla kendi kendine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Safiye anlamıştı. Eşini omuzlarından tutup kaldırdı. “”Aman be Meksen, yelden gelen sele gidermiş. Bu kadar da kendini üzme.” diye teselli etmek istedi ama sustu. Üzüntüden buğulanan bakışları yatağın başucundaki çıkına takıldı.
Safiye’in getirdiği bir bardak suyu tek nefeste içti. İçtiği su ilaç gibi geldi.
Meksen’in aklını başından alan çıkın yatağın başında öylece duradursun…
Çakmak Mustafa Kaya Pınarı mevkine geldiğinde gözü çobanla sohbet eden dervişi aradı. Ne çoban vardı ne de derviş. Sabahın bu erken saatinde başka bir çobanın söylediği türkü geldi kulaklarından girip gönlünde yer ediyordu.
“Kerem’i bağlayıp Aslı’yı salan
Bu dünya geçici bu dünya yalan
Duymadım görmedim muradın alan
Gülleri vakitsiz solan dünyada”
“Vay be” dedi kendinin duyabileceği ses tonunda. İç geçirdi. Gör ki hangi muradı gözünde kalan tarafından söylenmiş diye geçirdi içinden. Dün ayrıldığı Nazife’yi özlediğini hissetti. Yürüdü…