– GÜLÇİN YAĞMUR AKBULUT
*
Dünyanın en duru, en taşkın suyuyla yıkasam susturabilir miyim vicdanımın yangınını? Kalbimi beton duvarlara çivilesem dindirebilir miyim kalbimin feryadını? Herkes gibi olabilir miyim? Huzurlu, erinç… Kötülükler mahzeninde çürümeye mahkûm edilsem, faili meçhul bir uçurumun kollarına bırakılsam içimdeki ağırlık hafifler mi, fikrimi kemiren kunduzlar beni rahat bırakır mı?
Değildi, eskisi gibi değildi bakışları. Yorgun ve sustalı… Ama her an bağrıma saplanacak gibi… Ne kadar da çok değişmişti. Simsiyah saçlarının her teli karlarla kaplıydı. Omuzlarının üzerinden belli ki seneler geçmişti. Göçkün ve ezinç… Mora çalan dudaklarından acılı ağıtlar yükseliyordu. Duyulmayan çığlıklar… Yeryüzünde dolaşan canlı bir cesedi andırıyordu.
Ne çok isterdim peşinden koşup yakalamayı. Ayaklarına kapanıp af dilemeyi… Kendisinden sonra basamakların benim için sürekli aşağıya doğru indiğini anlatmayı. Hiçbir dezenfektanın beynimdeki ziftli sokakları temizleyemediğini… Kırk beş yıllık ömrümün koca bir sıfırdan ibaret olduğunu. Uçsuz bucaksız bir okyanus ortasında nereye gideceğimi bilmeden kulaçlar attığımı, debelendiğimi…
Arkasına sığındığım mazeretlerin hiçbiri arıtamaz günahlarımı. Fakirliğinden dolayı ailemin seni sülalemize uygun görmemesi miydi yüzsüzlüğümün bahanesi? Yoksa mimarlık fakültesini bitirip yükselme hırsı mıydı bencilliğimin gerekçesi?Hangi sebepmasum bir hayatın katledilmesine yol açabilirdi?
Madem hırslarımın avucunda oyuncak misali debelenecektim.Sığ denizlerde elini tutup enginlerde suların koyununa bırakmayacaktım. Seni yüz üstü bırakıp gittikten çok sonra duydum başından geçenleri. Annen ve üvey baban otuz yaş büyük bir ihtiyara verince kaçmışsın evden. Utanarak söylüyorum ki bu utanç senin değil, benimdir. Evden ayrılınca kötü emelleri olan hadsizlerin bataklığındatek tek koparmışlar yapraklarını. Hırpalamışlar, yıpratmışlar, üzmüşler seni.
Mecburdum, elim kolum bağlanmıştı, anlıyor musun? Çaresizdim ama hırsım vardı. Zengin bir mimar oldum. Üstüne toprak attığım anılarımın yeni yeni eşkinler vereceğini bilemedim. Her şeyi unutmak istiyordum.Silmek, her şeyi silmek.Evlendim, çocuk sahibi oldum. “Yarına kalır ama yanına kalmaz.”derler. İki yaşındaki evladımı da alıp terk etti beni eşim. Yüzüstü bıraktı beni hayat arkadaşım. Tıpkı benim seni yarı yolda bırakışım gibi.Hayat bu, “Çanağa ne doğrarsan kaşığına o çıkarmış.”
Dün akşam seni görünce bütün yaşanmışlıklarım keskin bir rüzgâr gibi parçaladı yüzümü. İki yarım hayat duruyordu önümde. Bu iki yarım hayatın gergefini de işleyen bendim. Her ikisinin de senaristi… Birinde mağdur bırakan, diğerinde ise mağdur bırakılan… “Kimse yaşattığını yaşamadan ölmüyormuş.”
Yanına gelecek kadar cesaretim olmasını isterdim. Bana kızmanı, hakaret etmeni, hatta yüzüme tükürüp beni aşağılamanı… Yanımdan sessizce geçip giderken sadece yüzüne bakmakla yetinebildim.Senin de benim yüzüme bakmanı ne çok isterdim. Ama sen bakmadın, belki de bakmak istemedin; görmedin, belki de görmek istemedin;duymadın, belki de sesimi duymak istemedin. Büyük bir kaya gibiydin. Soğuk, renksiz ve cansız bir topaz taşı.
İnsanlık sınavından sınıfta kaldım. Merhametsizliğimi ölçseler en başarısızların içinde adım geçer. Ömrümün ağacına bakıyorum da; kupkuru, meyvesiz ve kesilmeye mahkûm. Göğümün üstünden hiç ayrılmayan siyah bir yağmur bulutu… Nefes aldırmayan kalın duvarlar. Işıkları sönük dünyamın… Çağırdığım bir benlik var, temiz günlerimden kalan. Kayıp ve hissiz.
Sen yine de nefret etme benden Ayana. Yamacımdan öylece geçip giderken göğsümün derinlerinde onulmaz bir vicdan azabı taşıdığımı bil. Alevlerle boğuştuğumu, çıkmazlarda kaldığımı, başlayan her günümün baldıran şerbeti olduğunu bil.