“Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır.”
Deprem, bir gönül kırığıydı mütemadi depreşti içimizde. Kirpiğimizde kırağıydı, gitmedi öyle bekleşti kışımızda. O, öyle bir kıyametti ki, toprak koptu koynumuzdan; kaynar sular döküldü, başlar kıydı boynumuzdan. Ruhumuzun direkleri, hepten çöktü tenimize; dizimizin ilmekleri, düşüverdi o demde yanımıza. Deprem dermansız sızıydı, yüzümüzde kırılan faydı. Kederli kader yazımızdı, kirişte kurulu yaydı. Gözlerimize kümelenen, sanki kara buluttu; boğazımıza duran kuru lokma bir umuttu. Deprem güz ağrısıydı zemheride, saplı bir saçak gibiydi o soğukta. Keskin bir bıçak gibi başımızda kar sanrısıydı.
Deprem bir dert beşiğiydi, ayağımızın altı kaynadı, dalgalarla sallandı. Sanki çile ipliğiydi, ipi sardıkça delirdi. Dinmez acı bir çığlıktı, sanki küçük kıyametti. Onmaz yıkıkla ve kırıkla, tanımsız bir felaketti. Acı bir gerçekti, zamansız gelen eceldi. Ağır hasar aldı yürekler, üstümüze çöken melaldi. Deprem zamansız korkuydu, oğul veren endişeydi, sözün bittiği suskuydu, ölüm yüklü hadiseydi. Kanayan bin bir hikâyeydi, bin bir açık yaraydı. Adsız okunan selâydı, meçhul kefendi, sahipsiz taziyeydi. S/anki mahşer günüydü, kara gün imtihanıydı, Hatıraların hüznü çökmüştü üstümüze. Toprakta binlerce feveran vardı. Yerle yeksandı mahalimiz, gülmeye yoktu mecalimiz, taşıyordu melalimiz.
6 Şubat 2023, fecir vakti. “Maraş’tan bir haber geldi.”: “Deprem” Kara haber tez duyulur. Bu sefer öyle böyle bir haber değildi Maraş’tan gelen haber. Bir değil binlerce ‘Meyrik’ ölmüştü, bir değil on bir şehrin üstüne karabasan çökmüştü. Keşke deprem olmayaydı, keşke Meyrikler ölmeyeydi. Kadere keder düştü. Elimizden ne gelirdi? Üstat Necip Fazıl, çaresizliğimizi ne güzel özetlemiş yıllar evveli:
“Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı;
Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı.”
Bir deprem vurdu bizi sabaha karşı. 04.17’de takılı kaldı akrep ve yelkovan. Hayat kaydından düştü saat. Zaman zehir zemberek d/oldu o an. Yalnız toprak kaymadı o gece. Hayatlar kayıp gitti; hayaller, hedefler… Karanlık bir günle u/yandık. Tanıdığımız, tanımadığımız her canın acısıyla, deprem bölgesindeki çaresizliği iliklerimize dek hissettik. 7,7’lik sarsıntı sonrası saniyeler içinde binlerce can enkaz altında kaldı. Onlarla birlikte kurulan hayaller, binbir özenle kurulan yuvalar yerle yeksan oldu. Bu sarsıntı sadece on bir ili, 13,5 milyonu uykusundan uyandırmadı. Seksen beş milyon, asrın felaketinin sarsıntısını yüreğinde hissetti. O sabah Türkiye’nin uyandığı en kara, en acı günlerinden biri oldu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi… Felaketin boyutu boyumuzu aşmıştı. Yas çadırı kurulmadan 13.24’te 7,6 büyüklüğündeki depremle yeniden sendeledik. Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem tüm Türkiye’yi derinden etkiledi. Deprem on bir ilde büyük yıkıma yol açtı. Elli binden fazla insan yaşamını yitirdi. Binlerce insan yaralandı, uzuvlarını kaybetti. Bütün bunların yanında milyon dolarlık ülke sermayesi, mal varlığı silinmiş oldu. Bir buçuk milyon insan evsiz kaldı. Yaklaşık dört milyon insan yurdunu, yuvasını terk etmek zorunda kaldı.
Bir deprem vurdu bizi sabaha karşı. Gül ağacımız, dalımız tarumar oldu, bülbülce feryadımız, v/ahlarımız titretti arşı. Beyaz bir geceydi kara Şubat. Gökten lapa lapa kar ağıyordu. Beydağ’ı duvağını çoktan örtmüştü. Kar beyazı bir duvak Malatya’yı sarıyordu. Anlaşılan özlemişti bu şehri kar. Biteviye yağıyor, yer yer tipiyle esiyor, gelinlik giydiriyordu sanki bu şehre. Gökten rahmet yağarken yerde yerinden oynadı. Uykuda yakaladı deprem on bir şehri. Durdu tüm saatler, lakin depremler dur durak bilmedi. Dışarıda kar esareti, içeride deprem felaketi… Taşların dili olsa konuşur, derler ya. O gün dağ-taş, eşya konuştu. Yerle yeksan oldu her şey. Şehirlerimiz karanlığa gömüldü, her yer enkaz, her taraf moloz yığınına döndü. Deprem sadece evlerimizi, şehirlerimizi harabeye çevirmedi. Yalnız binalar ağır hasarlı değildi. Ruhumuzda derin y/aralar açıldı. Topaç çevirdiğimiz mahallelerimizi, saklambaç oynadığımız sokağımızı, mahalle kahvemizi, yıllarca kapı-pencere yüz yüze baktığımız komşularımızı, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı, hatıralarımızı da yaraladı.
Enkaz altında olanlar yaralıyken, üşürken, bizler onlar için duaya durduk. Boğazımız düğüm düğüm oldu, ağzımıza bir lokma koyamadık. Kurtarma çalışmalarına dünyanın dört bir tarafından ekipler koşup geldi. Arama kurtarma çalışmaları günlerce sürdü. Mucizeler üst üste geldi, birkaç günlük bebekler de enkaz altında günlerce soğuğa-açlığa dayandı. Bir cana daha ulaşmak için devlet-millet el birliğiyle enkaz kaldırdık. Yıkım öyle büyüktü ki günler sonra enkazdan çıkarılan yaşlı bir kadın ekiplere şu soruyu sordu: “Dünya var mıymış?”
Enkaz altında kalan ve kurtarma ekiplerinden başörtüsü isteyen başka bir teyzemizin “Hasbiyallahu tevekkeltü Alallah” nidalarındaki inanç ve teslimiyetti o gün bizi güçlü tutan. Milletçe et tırnak olduk o gün ve sonraki günler. Ateş düştüğü yeri yakmadı sadece. Acımız dünyayı sardı. Yardım kamyonları Hızır oldu, kurtarma ekipleri zamanla, soğukla, artçı depremlerle, uykusuzlukla, yorgunlukla mücadele etti. Teyzeler hac farizası için biriktirdiği parayı çıkardı çıkınından, dayılar ahırlarındaki ineklerini feda ettiler. Halalar ameliyat parasını hiç düşünmeden veriverdiler. Topyekûn bir yardımlaşma ve dayanışmayla depremin kırıklarını sardık, yaraları bağladık.
Deprem trajedisi – belki de en iyi – makinelerin kadrajına düşen fotoğraflarla anlatıldı. Kelimelerin kifayetsiz olduğu demde fotoğraflar bu acıyı dile getirdi. Enkaz altında ölen kızının elini bırakmayan babanın tarif edilemez acısı ve çaresizliğinin resmi yüreklerimizi burkan en izli an olarak kaldı hafızalarımızda. Aklımızdan hiç çıkmayacak bir kare de birbirine sarılan kedi ve köpeğin görüntüsüydü. Nasıl da içimiz parçalandı. Korkudan birbirine sarılan hayvanlar, dondurucu havada birbirlerine sarılarak ısınmaya çalıştılar. Hayvanlar bile sen- ben kavgasını bir tarafa bırakıp bu acıyı paylaştılar. Çünkü deprem, o gün hiçbirimizin meşrebini, mezhebini, milletini, dilini ayırt etmedi. O gün yardıma koşan hiç kimse g/ayrılık derdine düşmedi.
“İnsan acı duyabiliyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyabiliyorsa insandır.” diyordu
Tolstoy. Çünkü insanın mayasında ıstırap mevcuttur. Istırap gönül dilidir. Depremin ıstırabını milletçe üleşip payımıza düşen yaramızı ödedik. Milyonların tek yürek olduğu kara bir şubatta fedayı kâr bildik. Fedakârlık destanı yazdık o karda kışta. Arama kurtarma görevlisi, madenci, berber, doktor, hemşire, ebe, aşçı, imam, terzi, öğretmen, gazeteci gibi, çeşitli mesleklerden insanlar, kardeşlik ruhuyla memleket ve insan sevgisiyle, merhametin eli, vicdanın sesiyle, sahaya indi o gün. Asrın felaketi, büyüklükleri kadar, yardımlaşma duygusu ile de büyük bir fedakârlık destanını doğurdu. Asrın felaketi, bir anda, asrın dayanışma hareketine dönüştü. İnsanlık tarihinin, en büyük feda/vefa örneklerinden birine şahit olduk o gün. Sevdikleri enkaz altındayken başka canları kurtarmaya koşan, hiç tanımadığı insanlara şifa olmaya çalışan, yürekli insanların destanı yazıldı o gün.
“Allah’ım, hissetmeyen bir kalpten sana sığınıyorum. Güzellikleri fark edemeyen, acı duymayan, merhametsiz, kalpten sana sığınıyorum.” diye dua etmişti peygamberimiz. Çok şükür ki deprem zamanında nice koca yürekli insan çıktı ortaya. Ahırdaki tek ineğini satarak depremzedelere gönderen yaşlı teyzedeki rikkati, merhameti, keremi unutmadık. Haç paralarını “Türkiye Tek Yürek” kampanyasına veren terziyi unutmadık. Umre parasını depremzedelere bağışlayan yaşlı teyzeleri unutmadık. Aracının iki lastiği patlamasına rağmen yardım malzemelerini bölgeye ulaştıran Konyalı tır şoförünü unutmadık. Afet bölgesine iş makinesi taşıyan, İstanbul’dan Kahramanmaraş’a dokuz saatte giden, “Hiç durmadan, belki bir can daha fazla kurtarırız maksadıyla gittik. Sürat kadranını, devir saatini kapattım.” diyen ‘Pala Dayı’yı da unutmadık. Deprem bölgesine gönüllü giden, çorba kaynatan, su dağıtan, koli taşıyan, çadır kuran, enkaz kaldıran, cenaze yıkayan, defin işlemlerine yardım eden, depremzedelere payanda olan her bir sivil vatandaşı da unutmadık. AFAD görevlilerini, askeri, polisi, sağlık görevlilerimizi, din görevlilerimizi, çadırda eğitim veren öğretmenleri unutmadık.
Bu millet tarihin her döneminde birlik ve dayanışma duygularının güçlü, bireycilikten ziyade kolektif bilincin hâkim olduğu, duygusal davranış biçimlerine sahip bir toplumdu. Bireylerin ve sivil toplumun hemen organize olması; elinde avucunda ne varsa mazluma, yoksula, depremzedeye feda etmesi; ortak bir düşünce ve güçlü bir birlik ve beraberlik duygusuyla hareket etmesi, toplumun zor zamanlarda kenetlenmesini sağladı. Yani toprağımız şiddetli depremlerle sarsılırken, bizim birbirimize olan inancımız pekişti. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için kenetlendik.
“Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır.” demişti İsmet Özel. Depremle ruhumuzda üzeri toz tutan yardımlaşma, paylaşma duyguları depreşti. Yedi bölge yedi renk, bir eleğimsağma gibi kuşattı deprem bölgesini. Yediden yetmişe her kesim elini gönlüne attı, hemençesinde ne varsa çıkardı, azığını bölüştü. Yetmiş iki millet tek yürekten seslendi, ‘Can feda, mal feda.’ dedi. Parası olan parasıyla, yüreği olan yüreğiyle indi sahaya. Belediyeler, dernekler, vakıflar, sivil toplum örgütleri yardım olup yağdı adeta deprem bölgeleri için. Askerle çadır kurdu kimi, kimi çorba kazanının başına geçti. Kimi sırt verdi ciğeri yanan babaya, kimi ceketini verdi ateş başında titreyen anaya. Elden ele barınma ve giyinme, beslenme yardımları taşındı. Kepçe operatörleri enkaz kaldırma için bölgeye koştu. Psikologlar psikolojik destek için çadır çadır gezdi. Çocuklara depremi unutturmak için futbol kulüpleri oyuncak seferberliği başlattı. Televizyonlar bağış kampanyasıyla, camiler dualarıyla, kadınlar yemek seferberliğiyle, kermeslerle bir ucundan tuttu memleketin. Hülasa kimin elinden ne geliyorsa onu esirgemedi.
Suretimizdeki deprem hüznün çöküşüydü. Ruhumuz enkaz altındaydı, kalp kırığıydı devraldığımız terekemiz. Dualarımız hıçkırıklara teslimdi. “İnsanın acısını insan alır.” diyor Şükrü Erbaş. Teselli ve metanet en çok ihtiyaç duyduğumuz şey. Depremde acımızı bastıran, hafifleten en güzel ilaç oldu insanımızın fedakârlığı ve diğerkâmlığı. Minik ellerden kumbaraya koyulan para değildi elbet içimizi ısıtan, küçük bedenlerin büyük kalpleri, rikkat sahibi edalarıydı. Üstümüzü örten battaniyeler değildi, insanın acısını içinde hisseden, sıcak evinde bizimle birlikte üşüyen gönüllerdi. Deprem çadırlarındaki çorba değildi boğazımızdan gecen. Kardeşinin açlığında boğazından lokmalar geçmeyen insanımızın samimiyetiydi. O gün bizi güçlü tutan bağ aidiyet duygusuydu. Birileri enkazdayken onlar için dua eden anaların duası, çocukların masumiyeti, babaların fedakârlığı, çiftçi, esnaf, köylü, kentli toplumun her kesiminden insanın elinde avucunda ne varsa deprem bölgesi için elfida demesiydi. O gün bizi güçlü kılan yedi bölgenin yediden yetmişe tek vücut olması, deprem sancısını herkesin yürekten hissetmesiydi.
Bu ülkenin insanı diğerkâmdır. Başkalarının dertleriyle hemdert olmak, başkalarının acısını görünce kendi acısını unutup ona koşmak genlerimizde olan bir hasletti. Bu fedakârlık ve diğerkâmlık bu toprakların mayasında var.
Garip-gurebânın, kimsesizlerin, yolda kalmışların, düşkünlerin yanında olmak ibadet hükmündedir. Ayette “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara bağışta bulunup bakmayı emreder.” hükmüne yer verilmiştir. Bizler yaratılanı yaratandan ötürü seven bir milletiz. Bu nedenle birbirimize Allah için arka çıkarız, Allah için bir araya geliriz. Sevinçlerde hüzünlerde Allah içindir bizde.
Bu toprağın çocukları, Hz. Ebubekir’in cömertliği, Yunus’un sevgi dili, Mevlana’nın hoşgörü iklimiyle, Bosna’yı, Karabağ’ı, Filistin’i, Türkistan’ı, Gazze’yi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Türkiye, Osmanlı ruhuyla hiçbir ayrım gözetmeksizin dünyanın dört bir yanında meydana gelen doğal felaketler ve çatışmalar nedeniyle zor durumda olan ülkelere yardım etmiştir. İnternette okumuştum ve notlarım arasına almıştım. Küresel İnsanı Yardımlar Raporuna göre, gayrı safi milli gelirin insanî yardımlara ayrılan yüzdesiyle Türkiye 2015’ten bu yana “dünyanın en cömert ülkesi” konumundaymış. “Veren el alan elden üstündür.” Çok şükür balık da Halık da biliyor.
Geniş zamanlarında darda kalanlara koşan güzel ülkeme asrın felaketinin dar vaktinde insanlık yardım olup yağdı. Dünyanın birçok ülkesinden gelen yardımlar Türkiye’nin bu ülkelere yönelik geçmişte gösterdiği samimi dayanışmanın ürünüydü. Bugün Gazze’de bombalar altında inim inim inleyen Gazzeli çocukların sıraya girip harçlıklarını kurulan kumbaraya atarkenki Türkiye sevgisi ve muhabbeti en değerli olanlardan biriydi. Yine uzun süre hafızalarımızda kalacak bir diğer yardım eli ‘can gardaş’larımızdan geldi. Türkiye’nin yardımına dost ve kardeş ülke Azerbaycan ilk başta koştu. Azerbaycan vatandaşı Server Beşirli’nin köy halkından topladığı battaniye ve yorganları eski arabasının üstüne koyarak Türkiye’ye ulaştırma hikâyesi deprem dayanışmasının en samimi sembolü haline geldi. Yazdık kalbimize seni, ‘Server Beşirli’. Bu kalp seni unutur mu?
İçimiz içimize sığmadı, gözyaşlarımız dondu yağan tipide. Ekmeği bölüştük yağan kar altında, derme çatma ateşler başında sabahladık günlerce. Zenginle fakir aynı yemek sırasına girdi. Ne mal ne para fayda vardı o günde. Yakıt olmayınca araçlarımızı oynatamadık yerinden, ekmek bulamayınca para hükmünü yitirdi. Deprem bizi dışarı attı evimizden ve dışarıdaki soğukta başımızı sokacak bir kulübe, bir tandır evi, bir köy evi aradık. İki odalı evlerde birkaç aile bir soba etrafında buluştuk. Bir isli demlik en büyük z/enginlik oldu o demlerde. Kuru ekmek bal oldu, sıcak bir çay, çorba lüks oldu.
O gün, Hz Ebubekir gibi yar-i ğar olduk depremzede kardeşlerimize. Ensar-muhacir kardeşliği depremin ardından hızla devreye girdi. On bir ile yetmiş il kucak açtı, depremzedeleri evinde ağırlayan yiğitleri gördük. O Ensarlar, hep bir elden boş evleri donatıp depremzedelerin hizmetine sundular. El birliğiyle gıda ve giyinme yardımlarını depremzedelere ulaştırdılar. Kira parasını ağızlarına bile almadılar. “Evim yuvam olsun.” projesiyle evini devletin ve milletin emrine verdi birçok diğerkâm vatandaş. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için prensibiyle o gün kârı, zararı düşünmedik. İnancımız, insanlığımız bunu gerektiriyordu. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyordu Resul-i Nebi.
O gün manşetler esrarengiz bir olay diye verse de Hızır’ın birçok yerde görünüp medet kıldığına şahit olduk. Kul sıkışmıştı ve Hızır enkaz altındaki bebeleri annesi gibi yedirip içirdi o gün. Üşümesin diye üstünü örtü. Hızır, Kahramanmaraş’ta yol gösterdi kurtarma çalışmalarına. Depremler sonrası kent merkezinde enkaz çalışmalarına destek veren bir gencin anlattıkları bunun sadece bir örneğiydi. Gencin iddiasına göre, depremin beşinci gününde Kahramanmaraş merkezde belediye karşısında yıkılan bir binanın enkazında arama kurtarma faaliyeti yürüten ekiplerin yanına gelen bir kadın, çığlıklar atarak “Hareket etmeyin, durun. Benim iki evladım burada, şu duvarın ardında. İkisini kurtarın.” dedi. Bunun üzerine orada bulunan kurtarma ekipleri kadının dediği yerde arama kurtarma çalışması başlattı. Yapılan çalışmalar sonucunda enkazdan iki çocuk canlı bir şekilde çıkarıldı. Enkaz altından çıkarılan çocukları annelerine teslim etmek isteyen ekipler, çığlık atan kadını aradı ama… Evlatlarım burada, diyerek onların bulunmasına yardımcı olan kadın bir anda kaybolmuştu. Arama esnasında bir an olsun oradan ayrılmayan kadının bir anda kaybolması herkesi şaşkına çevirdi. Enkaz altından çıkarılan çocuklar sorguya çekildiğinde, annelerinin dört yıl önce vefat ettiği öğrenildi. Tüyler ürperten olayda büyük şaşkınlık yaşayan ekipler bu manevi hadisenin bir parçası olmanın şerefine nail oldular.
Maraş candı, Hatay handı, Urfa şandı, Adıyaman yamandı, Malatya vatandı. Sazlıktan koparılan kamışlar gibi ney olup inledik. Nice dramlar dinledik. Nice acıya, gözyaşına iştirak ettik. Beyaz gelinliğiyle yakalandı yeşil Malatya. Kara kan bulaştı. Daha bir acı geldi, içimize oturdu “Etek sarı, sen etekten sarısan / Kurban olam Beydağ’ının karısan.”türküsü.
Bir yanımız gurbetti bir yanımız deprem. Bir yanımız çaresizlikti bir yanımız tipi. Deprem ve kar esareti yolları çıkılmaz bir labirente çevirmişti. Bir arafı iliklerimize kadar yaşadık, sevdiklerimizi, enkaz altında bırakamadık, ayağımız varmadı bırakıp gitmelere. “İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” diyordu Edip Cansever. Bizi zor günlerde birleştiren aidiyet ve mensubiyet harcıydı. Ordu-millet bilincini tarihin sayfalarına nakşeden bir millettik. Felaketlerden ne destanlar yazdık biz. Demir dağları erittik, gemileri karadan yürüttük. Yoksulluk ve yoksunluktan bir Çanakkale destanı yazdık. Çünkü bizler et tırnak aynı bedenden can gibiydik. Komşusu açken tok yatamayan bir milletin çocuklarıydık. Dara düşene Hızır gibi yetişen bir milletiz. Erzurum’da kar yağsa, Urfa’da üşüdük, Edirne’yi sel alsa, Erciyes’e yürüdük.
Bir susku çöktü üstümüze. Dil sustu, kalem konuştu. Acımızı dağlara yazdık. Duvarlara taştı memlekete olan aidiyet duygularımız:
“Bekle bizi Adıyaman.”,
” Elbet bir gün buluşacağız Maraş.”
“Umudunu yitirme, geri döneceğiz Hatay”,
“Bizi hasret saracak, bulutlar ağlayacak Malatya. “ sloganlarını sağlam kalan duvarlara kazıdık. İki bayram geçirdik depremden sonra, buruktuk. Teselli ettik birbirimizi, gidenlerimizin arkasından. “Zaman geçer, kabuk bağlar; sızı diner, yara sağılır.’ dese de şair dinmedi acımız, acıyor hâlâ sol yanımız.
İnsanın aklına gelmeyen başına geldi o gece. Deprem iki hece, 04. 17’de sadece ‘dep…’ demiş meğerse. Maalesef ilk depremin mahşeri izdihamı devam ederken ikinci hece ‘rem’ iyle ikinci defa salladı ve koparıp aldı alacağını. Yaşadığımız deprem felaketini bir daha Rabb’im göstermesin. Bundan sonrası için alacağımız dersler veya tedbirlerle yıkımları ve can kayıplarını en aza indirgeyebiliriz. Deprem gerçeğini görmezden gelmeden, yasaların, yönetmeliklerin emirlerini, bilim insanlarının kanıta dayalı uyarılarını dikkate alarak ortak akılla şehirlerimizi yenileyebiliriz. “Deprem öldürmez, bina öldürür.” gerçeğini kulaklarımıza küpe ederek atacağımız adımlarla deprem ülkesi olduğumuz gerçeğini unutmamalıyız.
“Cihan-ârâ cihan içindedir, arayı bilmezler, / Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” demişti şair. Kaybettikten sonra birçok şeyin değerini anladık. Şatafat içinde yaşadığımızı fark ettik yoksunluk deminde. “Değerini bilmek gerekir aşkın.” diyor ya şarkıda… Aşkın, insanın, annenin, babanın, çocuğun, emanet edilen canın kıymetiharbiyesini bilip öyle yaşamalıyız artık. Ne diyordu şiir:
“Makamımız kuş misali / Daldan dala konabilir / İnsanoğlu yok misali / Bir gün olur ölebilir.
Dağlar taşlar kül misali / Bir gün olur tozabilir / İnsanoğlu gül misali / Bir gün olur solabilir.”
Hülasa, deprem ansızın bizi vurdu, yalnız toprağı değil, ruhlarımızı da savurdu. Ardında bıraktığı acılar bir ülkeyi yaktı kavurdu. Şehirlerimiz, evlerimiz oldu birer virane, çöktü ruhlarımıza keder, elem ve gece. Her tarafımız feryat ve figan d/oldu. Dağ, taş sularını döktü, halimize ç/ağladı. Kalbimiz alev alev yandı da yandı. Göçük altında kalan c/anlar yürek dağladı. İçimizde fırtınalar koptu, göklere ulaştı.
Deprem, kaderdi, inandık, teslim olduk, yaramızı ödedik. Âmennâ ve Saddaknâ. Hamuş.
Hissiyatımıza, yaramıza, acımıza Âşık Sümmani’yi tercüman bırakarak bir vaveyla bırakıyorum okura:
“Sarsıldı dereler, söküldü bağlar,
Her taraf boğuldu toza dumana”
Bu gama müşterek ölüler, sağlar,
Görenler ah edip yürekten ağlar.”
*
YUNUS LAÇİN