– MEHMET MORTAŞ
*
Gelin gülle başlayalım atalara uyarak
baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.
Sezai Karakoç
*
Kışın kalbinde yazılır baharın muştusu. Tek tek bütün canlı cansız ve varlıklara cemre düşürülür. Hangi çiçeğin hangi albeni ile yeryüzüne çıkacağı, bembeyaz kar örtüsünün altında belirlenir. Muştuya hazır bir vaziyette önce beyaz örtü inceldikçe incelir, sonra kara toprak kar suyunu içer içer, bir tomurcuğun patlaması gibi çıkar buz gibi berrak sular, kayaların ovaların bağrından. İnzal olur, indirilir yeryüzüne yağmur, yüzümüze hafif hafif dokunur menkıbeleri.
Bahar en şatafatlı, en görkemli yüzüyle, ipek böceğinin sarıp sarmalandığı kozasının içinden çıkması gibi geldi. Soğuktan çılgına dönmüş yeryüzü, yüzümüzde zaman kırışıkları gibi bir hal almıştı. Kışın yüreğinde ateşte ısıtılmış rüzgâr ile okşadı bahar güney yamaçlarına dokunarak. Yeryüzü doğum sancıları çekerek belli etti kendini. Kimi zaman sert rüzgârlar ile nefes alıp vermeye başladı kimi zaman höbek höbek dağların doruklarına yığılan bulutlar ile. Kimi zaman da sert ama tenimize serinliğiyle kayıp giden rüzgârlarla ve gök gürültüsüyle beraber yağmura gebe olan doğum sancıları ile geldi, dayandı kapımıza. Bulutlar kar beyazı renginde çöreklendi, dağların doruklarına el salladı yeniden dirilişin coşkusuyla. Güneş hüzünden ışık demetlerini bir kenara atmış, güle oynaya yeryüzünün her noktasına eşit şekilde dağıttı yedi renk eleğimsağmasını. Kuşlar, sevinç cıvıltıları ile betondan yüreklere inat daha bir sevinçle dans ediyordu. Gökyüzü daha bir maviye boyanıyor, fulü renkten gittikçe uzaklaşıyor, gökyüzünde güneyden yükselen renkler rengârenk bir hal alıyordu. Ayaz en kuytu yerlere kaçıyor, bir başka hazan mevsiminin ölümüne serenatlar söylemeye gidiyordu.
Cemre düşmüştü toprağa bir kez. Düşmüştü yüreklerin karanlık ayazda kalmış saatlerine. Soğuktan kurumuş, matlaşmış, mevsime donuk donuk bakan gözler; kupkuru kalmış ve derdini anlatamayan her türden ağaçlar; yeşilliğini kaybetmeyen, yaz kış hep aynı görünen çam ağaçları, cemrenin toprak ile kucaklaşmasını kendi dillerinde tespih ederek sevinç ile karşıladılar. Önce sümbüller selam vermek için çıktı yeryüzüne, bembeyaz karları dostane bir şekilde yararak. Zaman, başını erimiş bahar karına yaslayarak ılık ile soğuk arası esen bahar rüzgârına binmiş saniyelerin hesabını yapıyordu. Zemherinin soğuk gecelerini düşünen güneş, biraz daha sevecen yüzü ile yaklaşmıştı dünyaya. Sümbüllerin kokusunu alıp götüren güney rüzgârları, baharın geldiğini ilan etmek için uğultu ile zikzaklar çizerek iniyordu ovaya. Bir kıpırdanmadır başladı yeryüzünde. Kımıl kımıldı yeryüzü. Güneş kurumuş dal parçasına, çiçeğe hasret kalmış ağaçlara, çorak kalmış yüreklere selam veriyordu. Yeniden dirilmenin haberi yayılmıştı bütün canlı cansız varlıklara. Özellikle çiçek açmak isteyen erik ağaçları, kiraz ağaçları ne kadar da sabırsızlar bembeyaz gelinlikleri giymeye. Güneş, ağaçların ölüm ile uykuya yatmış gövdelerini bütün merhameti ile ısıtmış, yeniden dirilmenin manifestosunu nakşetmişti bedenlerine. Sümbülün kokusu ile ağaçlar, kuşlar, büyük küçük envai çeşit bitkiler yeryüzüne yeniden gelmenin ihtişamı ile selama duruyor; sevinç şarkıları söylüyordu. Rüzgâr kimi zaman papatyaların arasında dans ediyor, incitmeden esiyordu her yaprağın arasında. Kimi zaman ağaçların arasından süzülüyor, mis kokular topluyordu.
Taşlaşmış yürekler, etrafına donuk donuk bakan anlamını yitirmiş gözler, kulakları tırmalayan soğukta kalmış, yontulmamış sesler, görüntü kirliliği gibi duran, anlamına erişilmeyen dikilitaşlar gibi hareketsiz kelimeler, yavaş yavaş deruni bir iç çekiş ile baharın dehşetengiz hareketine kendini bırakıyordu. Huzurun ve sükûnetin okyanusunda bir o yana bir bu yana dalgalanıp duruyorlardı. Yeryüzündeki çeşit çeşit çiçekler ve ağaçlar birbirlerine selam vererek rengârenk bir bahar ile muştuladılar, cesedimizin içinde karanlıkta kalmış ruhumuzu. Kışın soğutulmuş rüzgâr, ürkek bir serçe gibi etrafına bakıyor; yeni fidana durmuş ağaçların gölgesinde bir o yana bir bu yana kaçışıp duruyordu. Baharın renkleri, kelebeklerin kanatlarından saçlarımızın üzerine doğru bir ahenk ile oynaşıyor; yüzümüze allığın her tonunda ılık ılık öpücükler konduruyordu. Ağaçlar, rüzgâr sallandıkça biraz daha hışırtılarını nazlı nazlı melodiler ile çıkarıyor; gelincik tarlalarında ben de buradayım, diye sallanıp duruyordu.