Modern dünya insanlara iki seçenek sunuyor: Ya ruhunuzu soyun ya da bedeninizi diyor. Ruhu olmayanlar denizlere koşuyorlar. Bir ganimet bulmak istercesine. Buldukları ruhsuzluk ganimeti. Bu nedenle olsa gerek deniz, o eski ebedi sonsuzluk anlamını kaybetti. Kendine koşanlarıyla beraber kirlendi.
Ben ruhun soyunmasıyla ilgiliyim. Yani ruhu yücelten dağlarla ilgiliyim. Ne diyor Sabahattin Ali? ”Şehirler bana dardır, benim meskenim dağlardır.”
Alıp başımı dağlara gitmek istiyorum.
Allah’ın Hazreti Musa’yı mühendisi olduğu şehirden uzaklaştırıp kendine çektiği yere. Yani dağlara. Orada Musa ile konuştu. Tanrı’yla konuşan Musa, yüzlerce yıldır Firavunların esaretindeki yüz binlerce köleyi peşine takıp özgürlüğe koşturdu. Ve Firavunu,Firavun severleri, Kızıldeniz’in sularında yok etti.
Hazreti Muhammed (sav), ilk ayeti Hira Dağı’nda aldı. Bu dünya zindanından bunalanların rehberi oldu.
Sanat bilimciler, çağımızda trajedinin olamayacağını söylerler. Derler ki: “Trajedinin olabilmesi için, insanın ölümüne savunabileceği değerleri olması lazım. Çağımızda böyle bir insan yok.”
Doğrudur. Ama Yavuz Tuğrul, trajedi yaratacak adamı bulmuş. Dağlarda bulmuş. Eşkiya’yı bulmuş. Ölümüne savunacağı değerleri var.
Otuz beş yıl önce kaybettiği sevdiği kadını aramak için İstanbul’a gelir Eşkiya. Amacı, Keja’sını bulup dağlara geri dönmektir. Nefsin pazarı haline gelen, ruhu ezen, satan şehirde yüreği daralır zaman zaman. Bir yücelik arar. Yükseklere atar kendini, çatılara. Oradan bakar dünyaya, bir nebze olsun ferahlayarak.
Onun yücelerden, yükseklerden baktığı aşağıdaki dünyanın çocukları, güya ona iyilik olsun diye bir hayat kadını ayarlarlar. Hayat kadını gece, Eşkiya’nın otel odasına ”Paran verildi.” diyerek gelir ve Eşkiya’ya sırnaşır. Eşkiya’da en küçük bir tereddüt, kararsızlık dahi yoktur.
Yürek sızlatan şu cümleyi söyler:
-Bacım çok değerli bir şeyini vermek istiyorsun bana ama benim gönlümde biri vardır, ben ona aitim.
Bu sözler karşısında, hayatını bedeniyle kazanan kadın, masum bir genç kız gibi boynunu büker, masumlaşır. Ruhundan bütün günahlar silinmiş bembeyaz yepyeni bir hayat sahifesi gibi olur. Anlayanın kalbinde depremler yaratacak bir ricada bulunur:
-Biraz daha yanınızda kalabilir miyim?
Dağda Tanrı’yla konuşmuş Musa’ya, kurtuluşları için güvenen kölelerin mutluluğundadır. Hira Dağı’nda ilk ayeti almış Peygamberi çevreleyen cahiliyeden kurtulmuş ilk ashabın mutluluğundadır.
Velhasıl en aşağıdaki ruh bile o ruha alçaklık edemez. Dağların emzirdiği o ruh, o kadar büyüktür ki, her yerden görülür.
Ne diyor Koca şair?
”On sekiz bin alemi gördüm bir dağ içinde.”
Ne diyor Erzurumlu Emrah?
”Tutam yarin elinden tutam, çıkam dağlara dağlara.”
Ya Dadaloğlu?
”Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.”
Bizim olan dağlara alıp başımı gitmek istiyorum.
AŞK NEDİR?
Herkes kendi aşk tanımını yaşıyor.
Yunus’un “Aşk gelince cümle dertler biter.” dediği aşk, nasıl bir şeydir acaba? Ya Fuzuli’ye “Her ne var ise alemde aşk imiş, ilim kıyl ü kal imiş.” dedirten aşk nasıl?
Herkes, farkında olmadan aşk peşinde olmaya yazgılı.
Doğru tanımlanmamış aşk, cinayetlere ihanetlere götürüyor insanı. Bu felaketlere gitmemek için doğru tanımlamaya çalışmak gerek aşkı.
Efendim tasavvuf, aşkın en insani tanımını yapmış.
Bir yoruma göre; Allah, Bezmi Elest’te bütün ruhları yaratmış ve onların huzuruna çıkmış demiş ki:
-Ben sizin Rabb’inizim.
Bütün ezel ve ebedin, bütün kainatın yaratıcısını, ol deyince olanların sahibini… O güzeller güzeli, güzelin tek kaynağı, gerçekler geçeğinin, hakikatini… Yani Allah’ı bütün ruhlar görmüş.
Bu ruhlar beden perdesi, maskesi, kafesine sokulup dünyaya gönderilmiş. Ruh, dünyada Bezmi Elest’te gördüğü Allah’ı arıyor durmadan. Çünkü ruh, başka türlü huzur bulmaz. Peygamber, Allah’tan ayrılığı mümin dünyada gurbette gibidir, diye açıklıyor.
Mevlana, insanın bu nedenle “Kamışlıktan kopartılmış ney gibi inlediği” yorumunu getiriyor.
Ve insan, hep ruhunun sahibini özlüyor.
Yalan yanlış yollardan gittikçe O’na ulaşamayan insan acı çekiyor, ıstırap çekiyor. O’nu dünyada aramaya yazgılı ama bu yazgıyı bilmiyor. Bu bilmeyişin neticesinde zalim oluyor, cinayetler işliyor, ihanetler çiziyor…
Ve bazen kendisini sahibine yaklaştıracak bir duygu yakalıyor.
Bütün bir dünya bir yana, o duygu bir yana.
O duyguyu yaşayınca Bezmi Elest’ te yaşadıklarının gölgesinde hissediyor kendini. Kokusunu, rengini, tadını duyar gibi oluyor.
Nedir o duygu? Nedir aşk? Nedir aşkın hakikati?
Aşk, Allah’ı görememenin acısını azaltmaktır.
*
HASAN SONGÜR