– AHMET ŞEVKİ ŞAKALAR
*
Sekizgen tasarlanmış dışı soğuk demirle çerçeveli beton masada tek başıma oturuyorum. Ya birini bekliyorum ya birinden kaçıyorum. Kendimden kaçıyorum, demek çok mu zor? Etrafta üç beş masa daha var. Her masada birkaç öğrenci. Önlerinde bir yığın fotokopi. Büyük ihtimalle not tutan kızların birinin defterinden çekilmiş. Sınıf arkadaşım Tamer geliyor, uzun bacaklarına oturmuş, yeni olduğu anlaşılan mavi kot, açık şile bezinden uzun kollu gömlek kombiniyle karşımda dikilirken bir taraftan da söyleniyor: Betondan masa, demirden oturak yapılır mı arkadaş, birazcık oturunca kalça kemiklerimiz sızlıyor. Yer mi öğrenciler ahşap mahşap bir şey olsa? Yemez belki ama kemirir öğrenci milleti. Kemirmekle de kalmaz masa ve oturağın üstünde oymacılık sanatının gotik yansıma örneklerini sergiler. Öğrenci edebiyatının sürrealist esintilerini karış karış işleyeceğini de saymıyorum. Tamer, oturacağı yeri arka cebinden çıkardığı kağıt mendille silip kuruluyor karşımda. Tipik bir Tamer hareketiyle oturuştan sonra çorabından el çabukluğuyla uzun Marlboro çıkarıp muhtar çakmağıyla yakıyor. Yakıyor yakıyor da gâvur cuvarasını ateşle buluştururken bu sahneyi hangi misafir oyuncularla çektiğini anlamak istercesine etrafı kolaçan ediyor. İlk çekişte burnundan çıkan duman, jet uçağının ardında bıraktığı iz gibi aşağıya ikili bir dalış yapıyor. Tamer kim? Bir insanı tanımlamak ne zor şey. İnsan yaşadıkça tanımlandığı cümleler de güçleşiyor. Yüz değiştikçe cümleler de değişiyor. Ya kalp değiştikçe? Tamer’i üç kelimeyle anlat deseler, anlatabilir miyim? Galatasaray, kovboy cuvarası ve tır şoförlüğü. Tamam, üç kelimeden fazla oldu da bitişik yazamam kelimeleri maksadım hasıl olsun diye. Ooo çok enteresan! Dediğinizi duyar gibiyim. Tır şoförlüğü ha! Vay canına! Yurt dışında bazı sanatçıların işi gücü bırakıp tır şoförlüğü yaptıklarını duymuştuk. Ama buralarda geçim derdi, artistik numaralara pabuç bırakmaz. Aslına bakarsanız bu tır şoförlüğü işi, benim de ilk duyduğumda garibime gitmedi değil ancak Tamer, bir tırın otobanda yılan gibi akarak ilerlemesini öyle bir betimledi ki sorma. Bir de o ulaşım harikasının tır garajında kavisler çizerek park edişini ve yollarda zengin sınıfından arabaların onu görünce hamam böceği gibi uzak şeride kaçışını anlatınca benim de fakültenin birinci sınıfında okulu bırakasım ve bu havalı mesleğe gönüllü yazılasım geldi.
Yazılmadım. İkinci gün, soğumuş kamp ateşi gibi geçti nabzımın heyecan ölçeri. Fakülte mi, Tamer mi, sahi nasıl geldik buralara? Nasıl tanıştık biz Tamer’le? Biz, Sosyal Bilgiler’deyiz. Unutturmayın, bu “bilgi” meselesine bilahare döneceğim. Birinci sınıfın başında gözlem stajının okul listeleri yapılıyor. Aynı gruba düşmüşüz. Herkes birbirini az buçuk tanımaya çalışıyor. Aksanımızdan olacak ki “Sen de mi Orta Anadolu’dansın?” demez mi? Mübarek adam, dümdüz giriyor. Yok öyle, nerelisiniz falan. Resmî adamdan tır şoförü falan olmaz zaten. Delikanlı adam lafa dümdüz girmeli, belli etmeli kendini, sonunu hesap etmemeli. Ne o? Delikanlı melikanlı, ağır abilik jargonu laflar. Hani sen severdin nezaketi, kibarlığı, özenle seçilmiş cümleleri? Severim sevmesine de insan bazen cümlelerin nasıl çıktığına değil sahibine bakıyor. Neyse devam edelim, uzun gâvur meretinden uzattı Tamer fakülte bahçesinde. Yeşilaycıyım, dedim çakmağı uzatmadan. Gülümseyerek, “En iyisi içmemek amma yalancı bir tesellinin vazgeçemediği bir liman gibi işte bu.” dedi. Yeşilaycıyım mı dedim. Ağzıma hiç koymadım mı deseydim? Güldürme adamı. Bozkırda tütün benzeri kuru otları gazete kağıtlarına sarıp efkârlı efkârlı tüttürmeler neydi? Askerden gelen gençlerin evlerinde dağıtılan Kıbrıs cuvarasını bir çırpıda cebine saklayıp römork altlarında ergenlik pozlarını da biliriz senin. Asfalt yolların kenarlarından izmarit toplayıp küçük dostlarınla yaptığın dumanlı partilerini de çıkaralım istersen bu senaryodan. Sahi ne diyorduk? Efendi çocuk Tamer. Allah var az konuşur ancak mevzu havalı kornalı tırlar ve Rumen Haci olmadığı sürece. Bir tır filosu kurmak istediğini anlatır ara ara. Karpatların Maradonası, dediğinde Arjantin’den bir kulak çınlaması duyulur.
Okuldan çok az bahsettim. Üç matematik yapabilsem eşit ağırlıktan sınıf öğretmenliği gelirdi. Olmayınca yüklen oğlum Türkçe sosyale. Yazdık İzmir körfezinden Nahcivan sınırına kadar. Ölü tercih mölü tercih dediler, dinler miyim. Tabutunu yanında taşıyan bir bilgi avcısıyım ben, deyip tersledim herkesi. ÖYS soru bankası paragraf sorularından ‘bilginin sonsuzluğu, bilginin erdemi’ gibi laflar bellemişim, hiç kalır mıyım altta. Nerden duydum bilmiyorum bu lafı ancak her insanın üzerinde iyi duruyor gibiydi. Mutedil adamım, kabul edin, orta yerlerde bir bozkır şehriymiş nasibimiz. Orta Anadolu’nun bozlakla örülmüş şirin ve kurak şehrine. Hiç unutmam, bir sabah soğuğuyla indim Ankara otobüsünden. Bir o üşüdüğüm sabahı unutmam bir de telaşla girdiğim ve yabancı öğrenci kazığını yediğim ana caddedeki çorbacıyı. Tavuk çorbasının içindeki kanatlı hayvanat kaybolmuş, sadece aromasıyla yetinmiştim. O gün bu gündür uçmayan mercimek çorbası içiyorum.
Tamer’le iyi anlaştık bu arada. O, sık sık benim kaldığım vakfın evine geliyor, ya makarna ya da iki katımıza yetecek menemen yiyoruz. Üç dört ekmeğe bana mısın, demiyoruz. Bir soğanda anlaşamıyoruz. Ben makarnadan pilava -aslında fırsat buldukça her yemeğin yanına- soğan koyuyorum, ekselanslarının ağzı kokarmış, yemezmiş, amfide mahcup olurmuş. Bozkırın yiğidi gözbebeğinden, soğanından ayrı kalır mı, diyerek takılıyorum. Bazen de onların evine gidiyoruz, Onlar, merkeze yakın bir mahallede, az katlı bir apartmanda oturuyorlar. Bir Selçuklu âliminin türbesini geçip evlerine varıyoruz. Tamer’in annesi kapıda karşılıyor bizi. Evin iki çocuğundan biri. Bir de evli ablası varmış. Uzun yıllar önce dul kalan Nurhayat teyze, ev yemekleri seriyor önümüze. Bir de turşu, çeşitli sosları var ki kırk günün açı gibi yiyorum, marketten alınana hiç benzemiyor. Makarna ve menemenin saltanatı oracıkta sönüveriyor. Tamer’den ayrı tutmuyor sanki beni. Sen de bir oğlumuzsun, aklımda en çok kalan cümlesi. Adımı seslediğindeki ciğerden gelen o iyelik eki, analığın nasıl bir kuşatıcı merhamet makamı olduğunu daha da iyi anlatıyor. Bana sorarsanız sahiplik eki, en çok anaların diline yakışıyor. Evladın üstünü yumuşak bir bulut tabakası gibi örtüyor, ruhunu ısıtıyor.
Hani başlarda ‘bilgi’ demiştim ya? Mübarek ne sihirli bir kelimeydi. Mezun olduğumuzda atama imkânı çok az olan okuduğum bölümü parlatmak için ne kelime oyunları yapıyor, bütün sıkıştırıcı sorulardan sıyrılıp orta sahadan gole gitmeye çalışıyordum. Ana cadde üstündeki bir dershane, büyük tabelasının altına yazmamış mıydı? “Bilginin efendisi olmak için çalışmanın kölesi olmak şarttır.” Hiç kestiremiyordum ki bu efendilik beni hangi dağın zirvesine çıkarır, maişet savaşını kazandırır mıydı?
Sahi hiçbir şey olmasa elimiz ayağımız tutmuyor muydu kardeşim? Toprak bizi bekliyordu. En son çaremiz toprak olmamalıydı aslında. Onunla yaşayıp onunla yaşlanmalıydık. Ölünce zaten toprakla buluşmayacak mıydık?
Dur şimdi gitme oralara. Sıkıştığında mütevekkil dervişlik numarası yapma bana. Apartmanlara karşıydık, altta üstte oturan komşuların birbirinin ölüsünden dirisinden haberi olmuyordu. Müstakil evlerde hayat vardı. Hayatta acılar, sevinçler konurdu sofralara. Evden önce komşu alınmalıydı. Mahalle kültürünü kaybetmemeliydik, sokağımıza giren çıkan da belli olmalıydı. Evin avlusuna girdiğinizde çamaşır iplerine konan serçeler karşılamalıydı sizi. Sağda pembe hatmi çiçekleri kolunuza girmeliydi. Duvar dibinde göveren reyhan kokusu başınızı döndürmeli, gece karanlığındaki bekçinin düdüğü güven vermeliydi size.
Hem toprak cömert değil miydi? Asık suratla kazsan bire beş, güler yüzle kazsan bire yirmi veriyordu. Hem illa traktörle toprağı sürmek, ekip biçmek, pahalı iş gücü de şart değil. Bak ecnebiler, suda havada domates yetiştiriyorlardı. Bir karış toprağı boşa vermiyorlar, makineli tarım yapıp zamandan, işgücünden tasarruf ediyorlardı.
Kendine gel, behey gafil! Çık Kemalettin Kamu’nun pastoral ikliminden. Bu zorlu zaman fırtınasında sağlam çak kulübenin kazıklarını. Savurmasın seni rüzgâr yamaçlara.
Demiş ya karınca: Varamazsam bile en azından yolunda ölürüm, diye.
En azından solucan gübresi yetiştiririm. Kültür mantarı, sarımsak tarlası, enginar dolması… Toprakla kuzu sarması…
Uçtun sen!
Olmadı, yılkı atı yetiştiririm. Kalmadı cephede telef olan atların yerine yılkı atı yetiştirmek ama ben insanlık savaşında toprakla, ağaçla, suyla müttefik olurum.
Pöh! Yavaş olasın, seyrek düşer sonra.
Neyse ‘bilgi’ önümüzde bir Diyojen feneri gibi ilerleyedursun, bir bakmışız ki üçüncü sınıf olmuşuz amma alttan çok dersimiz kalmış. İngilizce 1’i yaz okulunda ancak geçebilmişiz. Dersler sele zeytini gibi kayatuzu ile bekleyedursun, filmin akışı başka bir yöne doğru yalpalıyor. Sen dersleri boşla, bir de kültür sanat dergisi çıkar. Seni kültür mantarı kuyusu paklar da bakma azıcık merhametliyiz. Bir de dergiye fiyakalı deniz kuşu ismi koymuşsun ki yürürken erimeyen iç yağı kalmamış. Ulan deyyus bu hukuk – tıp mı bir iki sene gecikme, suçu hafifletici sebep sayılsın. Öyle fakültenin koridorlarında Servet-i Fünun dergisi yayın yönetmeni yürüyüşleri, kalabalık dergi toplantıları filan.
Üstüme gelmeyin, Sanat da yağmur gibidir, vakti geldiğinde toprağa düşmeli. Zamansız da gelse bir bıçak gibi, sol böğrünü deşmeli. Tohum; ambarda durmamalı, toprakta filizlenmeli, Yağmurdan sonra güneş açmalı, dallar meyveye durmalı. Bak gördünüz işte, bütün deli fişek muratlar toprağa değince sakinleşiyor, terbiye ediliyor.
Alttan İngilizce dersi demişken, gözümüz göverdi de iki sene geçemedik. Ocağın geçe simpılpasttens, soyun tükene pırezıntpasttens, yazımı kışa çevirdin MistırBravn, boyun devrile nivvörds, şafağın kapana disise teybıl, alnımın kara yazısı dıbılekbort.
Şimdi savaşın en çetin çatışmalarının olduğu en stratejik cephesine geçiyoruz. Lütfen dinlerken muhtemel sarsıntılara karşın iniş takımlarınızı masanızda hazır bulundurun. Dar geçitte gökten ne düşer bilmiyoruz. İngilizce okutmanı İsmet Bey’den alıyoruz dersi. Ondan kaldık zaten, ikinci sınıfta bir daha kaldık. Yaz okulunda başka biri girer derse dedik, merhamet dilenir, geçeriz, dedik. Bir kez daha kursağımızda kaldı dil öğrenme -dersten geçme daha doğru olur- hevesimiz. Yüz kişilik amfinin arkasına sıralanmışız, halk otobüsünde arka beşliyi doldurur gibi. İsmet Bey’le göz göze gelmemeye azami gayret gösteriyoruz. Hoca, ara sıra bize çıkma oto yedek parçası gibi bakıyor göz ucuyla. Biz bakışlarımızı pencereye kaydırıyoruz. Hocanın tavrı, sahada iklim ve asayiş bakımından futbol oynamaya engel bir vaziyet olmadığı yönünde. Yedek kulübesinde oturan sevimsiz ve isteksiz kiralık oyuncular dışında. Hoca tahtanın önünde belki binlerce kez hançeresini zorlayarak telaffuz ettiği gâvurca dilbilgisi kalıplarını sıralıyor ve öğrencilere tekrarlattırıyor. Ön taraftan uzun boylu bir kızın doğru cevaplarına İsmet Bey, aferin ….…..Bozkurt, tebrik ederim ….….Bozkurt, çok iyi ………Bozkurt diyor. İsmet Bey, bakışlarını sınıfın tamamına yayıp, bizim cephedeki silahsız ve yorgun piyade ordusuna, hiç ümitlenmeyin, sapır sapır dökülürsünüz, deyip umut ateşimizin üstüne toprak serpip umut çerağımızı söndürüyor. Hayrolsun gene toprak dedim. Toprak ol İsmet. Koma bizi susuz, havasız, barınaksız.
Hiç neşemiz yoktu. Sınıf öğretmenliğinden arkadaşımız, kısa boylu pehlivan tipli, arka beşliden Şahin’in olağanüstü(!) İngilizce telaffuzu olmasa yaşama hevesimiz kalmayacaktı. İsmet Bey, tahtayı göstererek sordu, Şahin parmak kaldırdı. Biz o anda 90+3’te penaltı kararıyla maçı lehimize çevirecek forvete bakar gibi iftihar ettik. Yedek kulübesi ve tüm seyirciler nefesini tuttu, bekliyor. Sanarsın Maykıl Cordın, faulden sonra tek atışla maçı çevirecek. Şahin, gerilmiş yayına hedef seçer gibi bakışlarını kara tahtaya sabitledi. Sonra yavaş yavaş, dis is a blaçkbo..boart…blaçkbort hocam! Kara tahta renginden sarardı. Kara talih gülmedi bir kez daha yüzümüze. Şahin, kaleyi savunamamış kule muhafızı gibi kalkanını indirdi. Zırhını çıkardı. İkinci sarı kartı görmüş kaderine razı olmuş oyuncu gibi baktı hocaya..
Otur! Sen söyle ….….Bozkurt.
Nokta nokta Bozkurt, en ön sırada tahtadaki cümleyi bir çırpıda cevapladı. Sonra yavaşça arkasına döndü ve yüzüne düşen kâkülünü kulak arkasına, biz arka beşliyi de o bakışıyla hayatın kenar boşluklarına savurdu. İşte benim derebeyliğim, Servet-i Fünun yayın yönetmenliğim, muharrir yürüyüşüm, vakıf evindeki aşçılığım, Türkçe sosyal netlerim, , laf yapan dilim, gençliğim ve dizlerim orada son nefesini verdi. Bre zalım İsmet, Bozkurt demeyeydin, Boz geyik, ceylan, ahu, maral diyeydin de oracıkta yığılıp kalmayaydım.
Yaz zemheriye döndü. Güneş kara bulutların ardına gömüldü. Yediveren çilekleri ayazda kaldı. Ocakta köz kalmadı. Göçmen kuşlar mevsimleri şaşırdı.
O günden sonra bir buçuk aylık İngilizce yaz okulu ne oldu bilmiyorum. Kim geçti dersten, kim kaldı, arka beşliye kim kuruldu, Şahin telaffuzu öğrendi mi meçhul. Bir şeyden eminim ki o da ……Bozkurt’un en yüksek notla o dersi geçtiği.
Bozkır Fm’de çalan bozlakların hepsi benim yaralarımı deşmek için çalıyordu. Hareketli Ankara havalarını duymuyordum bile. Ah türküler! Yalnızların ev arkadaşı, bağır deşen kör bıçak, karpuz çatlatan ırmak suyu, içe işlemiş kır ayazı…
Bir şeyler oldu bana. Aylarca uyumadım, tek tük sigaraya başladım. Dersleri, evdeki yemek saatlerini boşladım. Bal sofrası olsa oturur musun? Menemeni sarımsaklı da yaptım belki. Tamer’in annesi çağırdı, içli köfte yemeye de gitmedim. Tamer idare etti vaziyeti bir şekilde. Geceler boyu dolaştım, ana caddede, ara sokaklarda. Tamer, yalnızlığın da bazen yoldaş olacağını biliyor olmalı ki ses vermedi sessizliğime. Konuşursam dinledi, anlatmazsam üstelemedi.
Savaş meydanımı darmadağın eden ……Bozkurt’un ilkokul öğretmenliği okuduğunu sınıfından bir hemşerimden öğrendim. Dört kişi kaldığı öğrenci evinde ev ablasıymış. İstihbaratın ve diplomasinin bütün imkânlarını kullanıyordum.
Bir gün fakülte bahçesinde, ikinci öğretim öğrencilerinin geldiği yolu karşıdan gören bir masa belirledim. Ders bitiminden sonra orada ……Bozkurt’u bekliyorum. Bu bekleyişler sıklaştıkça normalden geç gidiyorum kaldığım eve. Eve her gün geç kalışım, beraber kaldığım arkadaşlarımın da gözünden kaçmış değil tabii ki. Yüzüme vurmuyorlar belki de görmezden geliyorlar. Birazdan karşı yoldan ……..Bozkurt gelecek, bir ahu ceylan gibi salına salına fakülte ana kapısından girecek, onun ‘bilgi’ aydınlığı başlayacak, ben de sevdâmı karanlık geceye emanet edip yıldızlarla konuşacağım.
İnsanın bazı dönemleri vardır; bütün zamanların durduğu, akrebin yelkovanla ters düştüğü, konuşmaların, sağa sola yazılan notların, ağır şarkıların, bozkır türkülerinin yerini uzun sessizlik ve yalnızlıkların aldığı zamanlar. İşte böyle zamanlarda dil, süresiz izindedir, kalp ebedi nöbettedir, gözler anlamlı anlamsız dalıp gitmektedir. Şiir, kayıp bir imgenin peşindedir, hikâye sahici vuruşan bir kahramana, sahne patlayacak bir tüfeğe hasrettir.
Rüyamda, ormanda yüksek ağaçların altında bir adam gördüm. Dedi ki; avcı yoldur, ahu murattır. İstemek nefsten, susmak edepten. Teslim olmak da yüceler yücesinden…
Bir zaman sonra rüyama, ıssız bir ovada saçları yerleri süpüren yaşlı bir kadın girdi. Dedi ki ‘bilgi’ haritalar çizdirir, kıtalar aştırır, uzağı yakınlaştırır. Sevdâ kalptedir, gözyaşıyla beslenir, duyulmaz sesi lakin yeşertir uçsuz bucaksız çölleri.
Beklemek, bitimsiz bir sabır duası. Teslim olana aşk olsun.
Zor da olsa geçti zaman. Aşığın belini ancak doğrultabildiği, maşuğun ise aşığın yüreğini parçalayarak tahtırevanında âlemi seyran eylediği bir günde bir şey oldu.
Kargocu kılığına girecektim, sarı bir zarfta ikna edici bir sonbahar mektubu yazacaktım. Kapıya bıraktığımda karşıma çıkana, “Kargo bedelini gözleriniz ödeyecek, kalp ağrımın bedelini de ömrüm boyunca ben ödeyeceğim.” diyecektim.
Ne bu arkadaş; liseli ergenler gibi, hareketler, kelime oyunları, gizem katmalar falan.
Hemen öfkelenmeyin lütfen. Vazgeçtim bu düşünceden.
Başka bir şey düşündüm. Necip Fazıl anma programı hazırlarken tanıştığım asistan Nuran Abla’yı …… Bozkurt’a gönderecektim. Eğer mâşuk tensip buyurur da dinlerse âşığın niyetini ona arz edecekti.
Yapma şimdi, ne bu haller, âşık mâşuk, tensip buyurmalar falan. Madem bu safhaya kadar geldin, bir de “efkâr-ı umumiyede zât-ı âlinizle bir ocak tüttürmektir niyetim.” deseydin?
Ben ne diyeceğimi bilmiyorum. Ağaç olsam kuş konmaz, toprak olsam yağmur yağmaz, deli olsam cin çarpar mı bilmem.
Akortsuz çalıyorum sazımı. O ne söylerse ben peşinden gidiyorum. Neşet Baba usulü.
Biraz zor da olsa gerçekleşti bu plan. ……Bozkurt; hocasını kıramayıp eve kabul etmiş, dinlemiş, saygıda kusur etmemiş ona. Nuran Hoca anlatmış beni. Toprak demiş, su demiş, bozkır demiş, sevdâ demiş, dert demiş. Yol demiş, murat demiş, niyet demiş, sel demiş.
Yuvada azık bekleyen yavru kuşun ağzı havada kalmış. Gökyüzünde susuz toprağa merhem olacak tek bulut kalmamış. Bizden yana bir papatya kokusu, bir arı vızıltısı duyulmamış. Toprak çatlamış, su aldırmamış. Ateş yanmış, rüzgârın haberi olmamış. Nuh’un gemisine binmiş ama Nuh’a peygamber dememiş.
“Ben, akademisyen olacağım. Evliliği düşünmüyorum.”
Aynen bu şekilde çıkmış ……Bozkurt’un ağzından söz. Başka da bir şey dememiş.
Birkaç ay geçti aradan. Hiç âdetim olmadığı üzere fakülte kantinine takılmaya başladım. Tamer de oldu ara sıra yanımda. Çayı şekersiz içiyorum. Şekerli çay, yalnız adamın halinden anlar mı? Tamer, artık tırlardan bahsetmiyor. Belki de biliyor bütün yollarımın çamurunu, yaşını. Müzik kutusundan iki türkü seçiyorum. Sonraki günlerde tekrarlanıyor bu iş. Peş peşe çalıyor ikisi. Biri Ervâhı Ezelden, diğeri Yüreğimde Değil Ruhumda Sızı.
Kör bıçak, döne döne ilerliyor içimde. Rüzgâr yüzümü çalıyor. Ayaklarıma taşlar batıyor patika yollarda.
Tamer, kısa saplı bağlama beton duvarlarda yankılandıkça uzun uzun inceliyor beni. “Koca gemileri bir fırtına devirir, aşığı bir bülbül sesi.” der gibi.
Sonra ne mi oldu? Ben, o günlerde üniversiteliler arasında çok okunan bir yazarın bir kitabının ortasından kopardığım bir yaprağının kopyasını birkaç cümlenin altını çizerek bir zarfa koyup postayla fakülteye gönderdim. Keten rengi bir zarf, sonbahar sarısına yakın. Solmuş sonbahar desek daha doğru. Adımı yazmadım üstüne. Yazsa mıydım? “Nuran Abla’nın müvekkili” mi yazsaydım? Gönderen: … (Oysa üç nokta, noktalama işaretlerinin en tehlikelisidir.) Alıcı: Sayın ……Bozkurt,
“Şimdi git, bir türlü sultanı olamayacağın kiralık bir sarayda soytarılarla bir ömür sür. Bir çanta gibi taşısın seni bir adam, parlak ışıklı büyük salonlarda. Türkü, şiir dinlemeden geçsin her günün.”
Mektup, mektup olalı aynı şehirden aynı şehre hiç bu kadar geç ulaşmadı. Ya da bana öyle geldi.
Keten renkli zarf, fakülteye ne zaman geldi, ……Bozkurt’a ulaştı mı? Mâşuk, zarfı nasıl açtı? Bir yazarın, “Bir zarfı açmak kadar kalbi titreten ne vardır?” dediği geldi aklıma. Benim adım neydi? Ya ……Bozkurt’un adı? Murat neydi? Yol nerede biterdi?
Sonra hangi mevsime kaç mevsim sığdı; günlere, haftalara kaç yıldızlı gece sığdı, hangi rüyadan kim uyandı, hiç bilemedim.
Yıllar sonra bir haber aldım. ……Bozkurt, üniversiteyi bitirir bitirmez bir iş adamıyla evlenmiş. Adam müteahhitmiş, paralı üniversite bitirmiş ama diplomasının arkasında paralı okuduğu yazmıyormuş. Son zamanlarda teknoloji donanımlı akıllı evler yapıyormuş. Allah’ım aklımı koru. Uzaktan bilgisayarla kontrol edilen yüksek güvenlikli evlermiş. Gökyüzüne yakın, insana ve toprağa uzakmış. Bir özelliği de insana kendini daha güvende ve daha yalnız hissettirmesiymiş. ……Bozkurt ilkokul öğretmenliği yapmıyormuş, kocasının açtığı özel okulda müdireymiş. Tören konuşmalarına, “bilgi güçtür.” diye başlıyormuş. Evinin mutfağına canı kahve istediğinde uğruyormuş. Yemek yapmıyor, bulaşık da yıkamıyormuş. Çocuklarıyla bakıcı ilgileniyormuş. Nokta nokta Bozkurt, akşamları eve geldiğinde çocuklara iki saat nitelikli annelik yapıyormuş.
Bir şey daha var: Kocası, ona hiç şiir okumuyormuş.
Tamer, hâlâ kantinde türkü mü dinliyor, bahçede sigara mı içiyor, hangi dağın karında izini arıyor? Nicedir hikâyesi?
Tamer tır filosu kuramadı. Annesi döne döne demiş, memurluk sınavına çalış, devlet memuru ol diye. Sınıf öğretmenliği formasyonu alıp Doğu Karadeniz’in yayla köylerinden birine atandı. Tır sürmek şöyle dursun, kıvrımlı ve dik yollarda yürüyebildiğine dua etsin. Derste ticareti anlatırken öğrencilerine tır resimleri çizdiriyor, içi hep cız ediyormuş. Yolculuklarında otobüsün solladığı tırlara hayran hayran bakıyor, uykularında şoför oluyor, pürüzsüz asfalt yolların tozunu attırıyormuş.
Keten zarfın içindeki alıntı yazar, okur kitlesini genişletmek için mahalle değiştirmiş. Sütlü kahve içmiyor, latte içiyormuş. Kara çay çok sıradanmış, bitki çayı tercih ediyormuş.
Ben mi? Bir parçam fakültenin beton öğrenci masasında, bir parçam müzik kutusundaki türkülerde, bir parçam da keten sarısı zarfın içine sığdıramadıklarımda…
Söylemeyi unuttum. Atanamadım ben. Taklamakan çölünde bile kontenjanlar doluymuş. Yol almak için sadece ‘bilgi’ yeterli değilmiş. Kalp de eşlik etmeliymiş ona ömrü boyunca.
İşsiz kalmadım. Üniversite hocam emekli olunca belediye başkanı oldu. Belediyede yeni bir ekip kuracağız, vizyoner bir belediye modeli falan kuracağız, dediler. “Ekibimizde gençlere de yer vermek istiyoruz, bizimle çalışır mısın?” diye iş teklifi yaptılar. Ben, basın yayın işleri bekliyordum ki…
Mezarlıklar şube müdürü oldum.
Gel gör ki kaderde yine toprağa yakın olmak varmış…