-HASAN SONGÜR
*
I.BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Güzelliğe aşıktır, tutkuludur. Nerde bir güzellik varsa, arar bulur. Bulduğu güzelliği ebedileştirmek ister. Resmini yapar, şiirini yazar. O, Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur o.
Üstat, bir gün bir Anadolu kasabasına gelir. Pazara gider. Kırk yamalı elbiseler giymiş köylülerin, eşeklerin, öküz arabalarının arasında dolaşır. Fotoğraflar çeker. Bu duruma sinir olan kasabanın eşrafı başlarlar dedikoduya:
-Pis köylülerin arasında ne işi var efendim. Komünist bu. Kasabamızın güzelce Hürriyet Caddesi var. Cumhuriyet Parkı var. Yeni yaptırdığımız Atatürk İlkokulu var. Böyle güzel yerler dururken neden çirkin yerlerin resimlerini çekiyor? Komünist de ondan.
Dedikodu, edildiği yerde kalmaz. Kasabanın avukatlarından biri üstadı mahkemeye verir. Suçu mahkemede yüzüne okunur: Kasabanın güzelliklerinin değil çirkinliklerinin fotoğraflarını çekmektir suçu.
Üstat itiraz eder:
-Ben o köylüler arasında çok az yerde gördüğüm güzelliklerin resimlerini çektim, diyerek çektiği resimleri hakime takdim eder.
-Şu kadının dastarındaki oyalara bakar mısınız? Şu bebeğin üstündeki örtünün nakışlarına? Şu kağnının üzerindeki kilim desenlerine?Şu eşeğin semerindeki boncukların güzelliğine? Böyle ince sanat çok az yerde bulunur.
“Önde zeytin ağaçları arkasında yar / Sene 1946 mevsim sonbahar.” diyen adamdır o.
II.OKUR VE YAZAR
Bir kaç yıldır görüyorum, her şehirde kitap fuarları düzenleniyor. Bu fuarlarda kitap yazmış olanlarla kitap satın alanlar bir araya geliyor. Kitaplar imzalanıyor. Güzel gelişmeler. Güzel olması şu: İnsanlar, peynir ekmek aldık, hadi bir de kitap alalım, alışkanlığı kazanıyor. Kitabın da parayla alınması gereken bir şey olduğunu idrak ediyorlar.
O kitabı satın alırken, imzalatırken şöyle bir karıştırdıktan sonra belki bir daha asla kapağını açmayacaklar, ama olsun. O kitap evlerinde duracak. Bu faaliyet, okur-yazar ilişkilerini uzun vadede daha olumlu bir aşamaya taşıyabilir. Nedir o olumlu aşama?
Yazar, en başta artist değildir. Okura kendi bedenini göstererek var olamaz. Fikir ve duygu anlatımlarıyla var olur. Yazar, artistçe tavırlar takınmaya başladığı zaman, yazarlığı biter. Showman olur. Okur, hayal gücü yazar tarafından ateşlendiği zaman okurdur. Yazarla yüz yüze geldiğinde ateşlenme tehlikeye girer. Çakmağı çakarsınız ama yanmaz. Bu nedenle ölmüş yazarlarla aramızda okur-yazar ilişkisi mükemmel bir şekilde kurulur. Çünkü yazdıklarıyla aramıza kendisinin girmesi mümkün değildir.
Maalesef ki bu dünyanın doğası bu: İyi bir yazarın gerçekten doğduğu gün, onun öldüğü gündür.
III.CAMİ VE CEMAATİ
Bir zamanlar camileri samanlık yaptık, ahır yaptık. Bir baktık ki hayatımızın merkezi olan camilerin tükeneceği gerçeğiyle yüz yüze geldik. Camii yaptırmak en büyük sevaptır, dedik. Camii yaptıranın bütün günahları affolur, dedik. Eroin tüccarları, hayat kadınları, vergi kaçakçıları bile camii yaptırdı. İstediğimizden çok fazla camii inşa edildi ülkemizde. Şimdi şikayet ediyoruz, camiler bomboş, diye. Ancak öldü ölecek birkaç yaşlı geliyor cemaat namazlarına. Başka nasıl olacaktı ki? İslamsız bir eğitim inşa ettik. Sanat hayatından, kültür hayatımızdan İslam’ı uzak tuttuk. Ticari hayatımıza İslam’ı yaklaştırmadık. Dostluk ilişkilerimizde, aile ilişkilerimizde, evlilik ilişkilerimizde, İslam’ın adını bile anmadık. Velhasıl dini, hayatımızın bütün alanlarından bilerek ya da bilmeyerek kovduk. Tek bir alan hariç: Ölüm alanında hep İslam’ ı hatırladık. Ve İslam’ı hayat sahaları üzerinden değil, ölüm üzerinden anlattık öğrendik. Dini, ölüm ve ölülerin dini haline getirdik. Firavunlar da öyle yapmışlardı. Firavunların kutsal kitaplarının adı, Ölüler Kitabı’ydı. O yüzden eski Mısır’da mumyalama sanatı gelişmişti. O yüzden, firavunlara dev mezarlar yapmışlardı. Onlara mı benzedik ne? Yoksa neden camii cemaati daha çok öleceğini hisseden yaşlı insanlardan oluşsun ki?