*AYFER YILDIZ
*
Hiç kimseye vermek istemezcesine sımsıkı tutuyordu tabutun sağ başucundan. Bu vefalı dost için son vazifeydi. Defin için gerekli yerlerle de irtibatı o kurmuştu. “Hey gidi Rafet Usta!” diyordu hep içinden. “Hey gidi Kunduracı Rafet Usta!” Sanki onun tüm yaşadıklarını mırıldanıyordu cenaze kabristana varıncaya, kabre konuluncaya; kabir çukuru toprakla dolduruluncaya, hoca talkın verinceye kadar…
Karadeniz’in Çaykara köyünde ne de afili bir itibarı vardı Rafet ağanın… Medeni, hakikatli ve mütevazı bir insandı Rafet Usta… Zengini uyarır, fakiri doyurur; “Her şeyi ben bilirim” oltasına takılmaz, büyüklerinden akıl alır, aklı gidene akıl verirdi.
Hey gidi Rafet Usta!
Öyle ki yürüdüğü yerlerde ne it geçerdi ne çakal; arsız, yolsuz barınamazdı. Güzeller güzeli Ayşe’yi kaçırdığı zaman bile kimseler gelip de kapısına bacasına dayanıp hesap sormamıştı, Ee, bilirlerdi, mert adamdı Rafet..Köyden kente taşındıklarında kendine küçük bir kunduracı dükkanı açıp güzel karısı Ayşe’yi de tütün fabrikasına yerleştirdiği zamanlarda içmeyi kendisinin de çok sevdiği tütünün, karısının sonu olacağını nereden bilebilirdi ki Rafet ağa?
Peş peşe beş çocuğu olmuş, yıllar yılları kovalamış, büyük kızı, kısa süreli bir evlilik yapıp bir kız çocuğu dünyaya getirmiş ve bakmak istemediği evladını babasının başına atıvermişti. Hâlbuki onca yükü vardı zavallı Rafet ustanın. O sıralarda şiddetli sırt ağrıları çeken Ayşe’nin meme kanseri olduğunu öğrendiğinde, bir vakitler bastığı yerleri titreten Ağa Rafet ‘in çaresizliğine ne isim verilebilirdi ki? Zamanın ne getireceğini bilememek değil miydi insanların açık saçık gerçeği…
Eşini elleriyle toprağa koyarken umutlarından dönebilmeyi de öğrenmişti Rafet Usta..
Peki ya, erkenden gelen şaşkınlıkları oracıkta toprağa gömebilecek miydi? Öyle ya da böyle, çat kapı ve hesapsızca bir sancının kucağına düşmüştü bile.
Ayşe’nin beş yetimi ve kızının da bıraktığı çocukla Ankara’nın yolunu tutan, orada yeni bir hayata başlayacak olan başı kalabalık yalnız bir adamdı artık. Serde gurur var, kendine acıtmayı sevmez. Şakaklarında atan nabzı ve katı bakışlarıyla serzenişlere pabuç hiç mi hiç bırakmazdı, o dimdik adam. İçki içmez, kumar oynamaz; tek iştahı tütüneydi zavallının. Öyle derinden çekerdi ki içine ince mendeburu, tek nefeste bitirdiği o meret bir ömrü daha tüketme yolculuğuna çıkmıştı çoktan…
Rafet Usta yeni dükkânını her sabah kar kış demeden açar, ayaklarının dibindeki gaz ocağıyla ısınmaya çalışırken salladığı çekiciyle de tamire gelen kunduraları yenilerdi. Çoluğu çocuğu kimseye muhtaç etmeden büyütüp birkaçını evlendirmişti. Ölüm meleği Rafet ustayı altmışlı yaşlarında alacağından mıydı yıllardır kolundan çıkarmadığı saatinin öldüğü anda durmasının sebebi? Bu bir tesadüf olamazdı…
Buram buram tütün kokan saatine büyütüp evlendirdiği vefa borcu olan torunu sahip çıkmıştı.
Hey gidi Kunduracı Rafet!
Ya cenazesine doluşan çocukların, kimsesizlerin, belediye çalışanlarının, sokak çöpçülerinin, dilencilerin gözlerinden sicim gibi akan yaşların hikâyesi neydi peki?
Ah koca adam, ah kunduracı, ah merhametin babası Rafet! Onu tanıyıp da anımsamayanların gönlü kurumaya mahkûmdu adeta. Küçük bir sınavdan dahi sağduyu taşkınlığı yaşayan insanlara inat ömrünün her lahzasını koca koca sınavlarla geçiren o yüce erdeminin karşılığını en güzel diyarlarda alacaktı elbette.
Gözyaşlarının sefalet olmadığını, çaresizliklerinin ardındaki büyük dermanları ona ihtiyacı olan yetimlerine paylaştırmayı ne de güzel başarmıştı… İyi ki geçmişti bu hayattan, iyi ki dokunmuştu gönüllere onun güneşli merhameti.
Hey gidi Kunduracı Rafet!
O ve onun gibi şefkat yüklü insanların ardında bıraktığı izler, cennetin antresi değildi de neydi? Ne mutlu o izleri görebilen, onun gibi yaşamayı başarabilen, kalplerinde de gözü olan, o özel insanlara… Ne mutlu dünyanın ayakta kalmasına sebep Kunduracı Rafetler gibi insanlara.