1
Gün aydınlandı. Şafak çoktan sökmüştü. Kuşlar henüz karalanmamış gökyüzüne eskizler çiziyordu. Ceviz ağacı meyvelerini vermiş, güzün gelmesini sadakatle bekliyordu. Ağacın yaşlı gövdesinden kırk beş derecelik açıyla süzülen ışık hüzmeleri arasından sinekler uçuşuyordu. Sürekli aynı hizada dönüyorlar ve hiç sıkılmadan bu güneş ışığından faydalanıyorlardı. Adeta bir kapı var gibiydi gökyüzünde. O kapıya çarpıp usanmadan tekrar geçmeyi deniyorlardı. İşte o kapı: karanlıktı ve sinekler karanlığı asla sevmezdi.
Uyandığında aklına yine ilk o gelmişti. Gece yatarken, yemek yerken, manzarayı izlerken peki en sevdiği şarkıları dinlerken? Nasıl olurdu? Etrafına baktı. Odası darmadağındı. Kıyafetler birbirinin üzerinde durarak yığın oluşturmuştu. İzmaritler küllüğün içerisini doldurmuş masaya düşüyordu. Alkole de başlamıştı. Bira şişesi yan devrilmiş kendine doğru bakıyordu. Kafasının içi ise odasından daha dağınıktı. Aynı şeyleri düşünmekten, haftalardır hatta aylardır aynı soruyu sormaktan. Devleşmişti kelime:
-NEDEN!
Kocaman bir neden onu yiyip bitiriyordu. Hayatı sorgulatıyor ve manasızlaştırıyordu.
-Neden sevmedi?
Aniden kendini döngüde hissetti. Evet depresyondaydı. Ve delirmekten zerre korkmuyordu. İnsan en sevdiği şeyi kaybedince korku duygusu kalmıyordu.
Yatağından hızlıca kalktı ve yüzünü yıkadı. Aynadaki de kimdi öyle kendisine bakan? Saçları uzamıştı. Dolaptan makası aldı ve saçlarını kesti. Kısacık olmuştu. Hiçbir şey hissetmiyor, gözlerinin altındaki mor halka günden güne büyüyordu. Stresten yüzünde sivilce çıkmıştı. Üstünü çıkardı ve boy aynasından kendine baktı. Ne kadar kilo almıştı. Sağlıksız beslendiği için. Artık kendini gerçekten başkasına dönüştürmüştü. Zaman mıydı insanı değiştiren yoksa insan mıydı zamanı değiştirmek isteyen?
Saate baktığında ikindi olmuştu. Gece geç saatlere kadar uyumuyor gün boyu ise uyanamıyordu. Bir sigara yaktı ve manasızca duvarı izledi. Perdeyi açmadı, gün ışığı dahi görmek istemiyordu. El bilekleri o kadar cansız duruyordu ki tıpkı Nilüferler Arasında Yatan Kadın tablosunu çağrıştırıyordu. Kafasını tekrar yastığa koydu ve uyuya kaldı.
2
Günde on altı, on yedi saat uyuyordu. Ve uyuyunca unuturum sanıyordu. Lakin bilinçaltı uy kudayken de görevini yerine getiriyordu. Rüyalar görüyordu. Bazen o kadar saçma oluyordu ki anlam veremiyordu. Bir defasında çatıdan atlarken sinekler tişörtünden tutuyor ve onu kurtarıyordu. Zaten dışarı da çıkmıyordu. Tek gördüğü canlılar, sineklerdi. Uyanınca perdeyi araladı yine ilk onlarla karşılaştı. Hiç bıkmadan uçuşuyorlardı. Karanlığa çarpıp tekrar dönüyorlardı. Kanatları saydam bir o kadar da kuvvetliydi. Turuncu gözleri adeta yüksek derece gözlük kullanan bir insanın gözlerini andırıyordu. Bacakları tüylüydü. Ön bacakları, birbirine sürtmek için yaratılmıştı adeta. Ağacın yapraklarının arasından süzen ışık bu canlılara yaşam kaynağı oluyordu, her gün…
Bir süre sinekleri izledi. Sadece izlemedi aynı zamanda da düşündü. Ne yapıyordu, amaçları ne olsa gerekti? Her gün aynı şeyi yapmaktan sıkılmıyorlar mıydı? Neden ışığın bittiği karanlığın başladığı yere çarpıyorlar geri adım atıyorlardı? Tüm bu sorular aklını meşgul ederken bir şeyi fark etti. Kendisi de sinekler gibiydi! Günlerdir döngüye girmişti. Uyuyor, uyanıyor, aynı şeyleri düşünüyordu. Neden, sorusuyla baş başa kalıyordu.
Bir amaç uğruna yaşamaktı dünya. Herkesin bir görevi olmalıydı. Bu sinekler dahil boşa yaratılmamışken niçin kendini umutsuzluğa sürüklüyor, günden güne ruhunu çürütüyordu? Sinekler karanlığı sevmezdi. Kendi ise tam aksine yıkık gönlüne karanlığı yama dikmişti. O da ışık görünce kapıya çarpar gibi uzaklaşıyordu işte!
Işık farklı bir açıdan yayılınca sinekler de onu takip etti ve gözden kayboldular. O da pencereden gözünü çevirdi, odasına baktı. Her şey yine aynı dağınık ve düzensizdi.
Aniden doğruldu ve lavaboya gitti. Yüzünü yıkadı. Adeta aydınlanmış gibi hissediyordu kendini. Kaç aydır görmediği bu ölgün gözlerde bir kıvılcım görmüştü. Gözlerinin karanlık derinliklerine hapsedilmiş o küçük kıvılcımı harlamaya niyet etmişti.
Kaç gündür duşa girmiyordu, temiz elbiseler hazırladı ve duşa girdi. Başından aşağı su akarken her şey gözünün önünden geçti. İnsan kendini en çok sevmeyerek cezalardı. İşte tam olarak bunu yapmıştı.
Uzun zamandır bu kadar güzel koku almadığından ruhuna çekti bu kokuyu. Sonra saçlarını sevgiyle taradı. Dişlerini fırçaladı. Ve banyodan başlayıp tüm odadaki çöpleri attı. En son bira şişelerini atarken “Bir daha içmeyeceğim, sağlığıma zarar veriyor.” dedi. Ve sonraki günlerde de gerçekten de söylediğini yerine getirmişti. Sigarayı da günden güne azalttı hatta dumanı onu rahatsız etmeye başlamıştı.
(Gerçeklik arıyorsanız: insan beyni bağımlılıktan daha güçlüdür.)
Dışarı çıkarken ayakları titredi. Demir kapı onu görünce paslanmış sesiyle şaşkınlığını gizleyemedi.
-Gıcıııııııırrrrt…
Ağaçlar, toprak, gökyüzü, çimenler, merdivenler daha önce böyle gözükmemişti. Hepsi sanki renklenmiş ve canlanmıştı. Merdivenler gökyüzüne dayanmış sanki kendisini çağırıyordu. Komşusu Narenciye Hanım seslendi:
-Kızım neredesin kaç gündür, kapını çalıyorum lakin yoksun. Tatile gittin sandım, ses çıkmayınca diğer türlü düşünmeye aklım almadı.
– Eev… ddey..diim…
Kaç gündür kimseyle konuşmuyordu ve doğaldı böyle kelimeleri birleştirememesi.
-Anladım kızım, iyisindir umarım.
-İyiyim.
Narenciye Hanım, pek güzel şeyler düşünmemişti. Kız hızlı adımlarla evine doğru koştu. Temizliğe kaldığı yerden devam etti.
Yeni serdiği çarşafın üzerine uzandı. Sanki bir fırtınadan çıkmıştı ve şu an gökkuşağını izlemekle meşguldü. Hayat aslında o kadar da zor değildi, sadece insanlar düşünceleriyle zorlaştırıyordu. Kendine inanamadı, aynaya doğru koştu. Gözlerindeki kıvılcım duruyor mu diye baktı. Evet, hatta eskisinden de daha görünür olmuştu. Dudaklarının kenarına gizli bir tebessüm kondurdu. Masada gördüğü beyaz laleyi eline aldı. Aniden mırıldanarak dans etti. Sinekler geldi aklına. Perdeyi araladı. Tıpkı onlar gibi pencereden vuran gün ışığıyla dönmeye başladı. Kollarını, ince bileklerini yukarıya aşağıya bir düzen içerisinde kaldırıp indiriyordu. Ayak parmak uçlarıyla uzanıyor arada laleyi kokluyordu. Sonra telefonundan ‘La DonnaE Mobile’ parçasını açtı. Ritme uygun hareket etti. Şarkı bitince kendini yatağına attı. Duvarı izledi.
-Evet, evet, karanlıktan çıkmıştı. Gün ışığıyla besleniyordu ruhu. Kaçmıyor aksine oraya gidiyordu.
3
Sabah oldu.Bugün bir şeyler ters gitmişti. Sinekler yoktu. Toprağa çakılmışlardı. Bedenleri büzülmüş, yumru haline gelmiş öylesine yatıyordu. Evet, gün ışığını beklerken karanlığa hüküm giymişlerdi. Ve hava çok soğuk olduğundan donarak ölmüşlerdi. Bazen beklemek de zararlıydı. Ne kadar ümit beslersek o kadar hayal kırıklığına mahkumduk. Lakin bu sinekler gelecek şeyi beklemişlerdi. Tek hataları beklenen şeyi zamandan soyutlamaktı. Zaman elbette her şeyden daha uzundu, en çok da ömrümüzden…
Uyandığında hemen perdeyi araladı. Gözü sinekleri aradı. Yoktular. Kocaman :
-Yok!
Hemen aşağı baktı. Evet oradaydılar. Artık yaşamıyorlardı. Hızlıca merdivenlerden inip bahçeye geldi. Dört taneydi. Biraz üzüldükten sonra aklına mezar yapma fikri geldi. Hemen dört küçük çukur kazdı. Sinekleri aldı. Ve o an gözünden yaşlar süzüldü. O kadar hızlıydı ki bu damlalar, aylardır mahkum gibi fırlamışlardı gözbebeklerinden. Özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Topraklı ellerini üzerine sürdükten sonra eliyle gözyaşlarını sildi.
Aniden adım sesleri yükseldi. Kafasını kaldırdı, Narenciye Hanımdı.
-Kızım pencereden seni izliyordum. Sonunda dayanamayıp yanına geldim. Umarım iyisindir.
-İyiyim… Teşekkürler.
-Peki o kazıp toprakla kapattığın şey ne?
– Sinek mezarlığı.
-Aaa, kızım sen iyice şaşırmışsın, bir doktora mı görünsen, psikiyatriste filan. Bak olmaz dersen hoca var, okur üfler. Hiçbir şeyciğin kalmaz.
O, bu sözlere sinirlendi ve aniden eve koştu.
Narenciye Hanım onu şaşkınlıkla izledi. Ve içinden şu cümleleri geçirdi:
-Vallahi aklını kaçırmış bu kızcağız. Sinek mezarlığı da ne, ilk defa duydum. Yalnızlıktan kafayı üşütmüş olsa gerek. Bende de hata var tabi, komşusu olarak ona sırdaş olmalıydım. Ne suçu canım, benim uğraşacak tonla şeyim var, hem ne işim var yabancıyla? Hırlı mıdır, hırsız mıdır! En iyisi uzak durmak…
4
Yağmur doğayı yıkamıştı geceleyin. Toprak kokusunu seven Narenciye Hanım pencerelerini açtı. İçeriye dolan kokuyu burnundan ciğerlerine kadar çekti. Derin derin nefes aldı. İçi geçti, birdenbire kanepesinde uyuyakaldı. Tansiyon ilaçlarını içmeyi, pencereyi kapatmayı da unutmuştu.
Lamba titrek bir şekilde sallanıyor, saçtığı ışıklar yalpalanıyordu. Rüzgar ıslık çalarak ağaçların yapraklarını uyandırdı. Yağmur çatıyı dövüyor damlaları toprağı deliyordu. Aniden uykusundan uyandı, kalp artışı hızlanmıştı, başı dönüyordu. Sehpanın üzerindeki ilaçlarını hatırladı. Elini uzattı lakin ulaşamadı. Telefonu da sehpanın üzerindeydi. Aklına kendisini yıllardır aramayan oğlu geldi. Sahi arasa açar mıydı bu saatte? Arayacak kimsesi ve başka çaresi yoktu. Elini uzattı, ulaşamadı. Nabzı daha da hızlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Başını yastığa yasladı. Yukarı doğru baktı. Pes etmişti. Gözleri ampule ilişti. Yağmurdan kaçan sinekler evine sığınmış, daire çizerek ışıktan faydalanıyorlardı. O gece Narenciye Hanım’ın son gördüğü şey sinekler oldu.
*
– SADİYE ESMA KARABULUT