–GÖKHAN KAYA
İnsan hepi topu bir avuç toprak, biraz sudur.
Zeyledilen ne varsa zengin olmak kaygusudur
Boz kanatlı üveyiklerin uçuştuğu, karaboğazların çocukların avcılığından kaçmak için fır döndüğü, kırlangıçların fecir zamanında kardeşçe raks ettiği Barak ellerinde, bulutlarımız dahi tozdan peyda olurdu. Genzimizde bir Barak havası birikirdi, bir de tozun öksürmeye hazır tutan gıcıklığı. Nadiren yağmurun, sıklıkla çamurun yağmasını bereket kabul ederdik.
Tarlalarımız, yağmurlarımız, topraklarımız hepten tozdu. Topraktan gelmişliğimiz tozla yoldaşlığa dönüşmüştü Oğuzeli’nin en güzel ve sınıra yakın bu şirin köyünde.
Tozsuz yürümenin dahi neredeyse muhal olduğu şosede, tozu dumana katarak bir Toros, pejmürdeliğine ve döküntülüğüne aldırmadan yağız at edasıyla köye girdi. Köydeki caminin yanındaki söğüt ağacının altında ağaçtan sünger ve kaval yapmaya koyulmuştuk ki ışınlanmaya kafa tutan bu köhne Toros, nazarımızı celbetti. Osman’la birlikte ne var ne yoksa önümüzde kara bir muşambaya koyup Toros’un peşine düştük. Söğüt ağacından mamul kaval, yarım kalmış sünger… Kibarca adı sapandı. Köyün çıkışından önceki son dönemeçten larpadak sola döndü. Bir acelesi olduğu o denli belliydi ki… Köyde bir araç iki sebepten bu şekilde kullanılabilirdi; ya kız kaçırılıyordu ya da acil bir hasta vardı. İkisi de değildi. Zaten olamazdı. Kız köye kaçırılmazdı, köyden kaçırılırdı. Hasta ise köye apar topar getirilmez, Oğuzeli’nin merkezine götürülürdü. Neydi bu ivediliğin sebebi? Hem de köyün üstüne ölü toprağının atıldığı, tüm köylülerin öğle arasında istirahata çekildiği, ufacık bir saye görünce kalçaların oturmaya can attığı, sarı sıcak öğle vaktinin en harlı zamanında. Bizim de siestamız buydu. Osman kuş kadar ayakları, serçe adımlarıyla geride kaldı, ben koşarak şose yolda tozu da takip ederek Toros’u durduğu yerde bulabildim. Arabanın sağ ön kapısında DSİ yazısını gördüm. Deniz Su İşletmesi gibi bir şey hatırlıyorum o sıralar bu kısaltmayı. “Antep’te deniz ne gezsin?” demeden de duramıyorum. Hoş su da öyle kolay bulunmuyordu ya. Muhtarın yanına gelmişler. Muhtar -neredeyse tüm köylüler gibi- uyumuş; gözlerindeki, yüzündeki mahmurlukla adamlara bahçesindeki iğde ağacının altında tuzlu, mırrık gibi ayranları ikram etmişti bile. Tuzlu ve mırrık gibi olduğunu biliyorum çünkü bizim köyde ayranlar böyle yapılırdı. Tabii yoğurt ve su bolsa. Ki muhtardan bahsediyoruz. Köydeki devlet. Tabii bol olacak. Devleti temsil ediyor sonuçta. Biri gençten ve diğeri kır saçlı iki kişi ile muhtara selam vererek yanlarına seğirttim. Allah var, muhtarın gizlisi saklısı, zalim haklısı olmazdı. Hele hele eğer devlet dairelerinden ya da Antep, Oğuzeli merkezden birileri gelmişse, kim sohbete dâhil olmak isterse kışt pışt dememiştir. Belki de bu sebepten ötürü kendimi bildim bileli bu adam köyde muhtardı. Ve o sıralar on sekiz yaşındaydım. Mesele etmeyeceğini tahmin ederek ben de yanlarına rahatça oturmuştum. O sırada küçük adımlarıyla Osman elinde kara muşambayla yanıma ilişti. Beri yanımda sessizce durdu. Küçük sağ omzunu sol omzuma dayadı. Soluğunu hissedebiliyordum, yorulmuştu ufacık kalbi. Bakır maşrapadan bir tas ayran da ona doldurdum. Ayran, tası birleştirdiği küçük ellerinden taşmıştı. İçti… İçti… Ohh… Bana baktı, sadece tebessüm edebildi.
Muhtar kır saçlı olana dönerek sordu:
—Sucu, hayır mı gelişiniz?
—Hayır, hayır!
Muhtar alaysı bir ifadeyle devam etti.
—Zaten köye bu aceleyle girişinizden hayır olduğu belliydi. Yoldaki tozlar yere daha yeni iniyor.
—Aha bu delikanlı Samet’e o kadar söyledim. Köy yerinde yanlış anlaşılır diye.
Samet, etrafına göz gezdiriyordu. Sanki olayla ilişkisi sadece emektar Toros’u kullanmaktı. Ayran tasını iki elinde tutarak dudağından alaysı bir tebessüm döktü. Daha adamı tanımadan, haliyle bu tavırlarından menfi bir yargı oluşturmuştum zihnimde. Muhtarın Sucu dediği adam gene konuşmalarıyla kendini bir şekilde kabul ettiriyor, sevdiriyor gibiydi.
Samet kısa bir cümle kurdu:
—Hayırlı işler çabuk olmalı, ondan acele ettim, dedi ancak cümledeki hayırlı kelimesi o kadar iğreti durdu ki ağzında. “Hayırlı iş” dile gelse “Benim senin gibi uygulayanım olmasın.” derdi muhakkak. Kalkıp adamı boğasım geldi. “Ne hayırlısı oğlum ne? Bu kadar hızla köye kız istemeye mi geldin?” deyip ağzının ortasına vursam, hem muhtara ayıp olurdu hem de devlet memuru iliğinin kopması altı aydan başlar diye boşuna demiyorlardı köy yerinde. Devletin memuru sonuçta. Sucu araya girerek “Uzun süredir düşünülen bir mevzuydu muhtar! Geçenlerde geldiğimde de üstünkörü konuşmuştuk, hatırlarsan…” dedi. Muhtarın gözleri büyümüştü, güzel bir konuşma olmadığı muhtarın ahvalinden ayan beyan ortaya çıkmıştı. Ben olaya çok vakıf değilim ama muhtarın tavırlarından, yüz hatlarından üzülmem, kaygılanmam gerektiğini anlamıştım. Üzüldüm… Kaygılandım… Osman ise garibim kara muşambadaki kavalı ve yarım kalmış süngeri çıkarmış, yapacak adammış gibi uğraşıyordu.
“Muhtar, yoksa şu baraj olayı mı?” dedi acı acı yutkunarak. “Evet muhtar!” dedi Sucu. Sucu, biraz ortalık yatışsın ya da muhtar düşünsün diye mi bilemem; ayranından iki yudum aldı, araya bir müddet süre ekleyiverdi. Sonra devam etti. Kayacık köyünden başlayarak sizin köyün de içinde olacağı bir baraj yapılacak buralara. Biliyorum, siz pek hayra alamet bir haber kabul etmeyebilirsiniz ancak devletimiz, milletimiz, Antep’imiz, Oğuzeli’miz için hayırlı bir haber ve iştir. Devlet sizi mağdur etmeyecek tarlalarınızın, ağaçlarınızın ederi neyse muadilini, hatta fazlasını dahi verecektir. Sucu cümlesini tekmil eder etmez, muhtar; “Bu işi başka civarlara köylere taşıma imkânımız yok mudur?” dedi.
Bu soruya olumlu cevap vermesini o kadar istemiştim ki Sucu denen adamın. Bir şeylerin ters gittiğini Osman bile anlamıştı. Çocukcağız sözleri dinliyor, benim yüz hatlarımı izliyordu. Sanırsam benim yüz hatlarımdan olayın iyi ya da kötü olduğunu anlıyordu. Çocuk işte! Basit ama doğru düşünüyordu. Nitekim kaşlarım çatılmış, moralim yerin dibine sokuluvermişti. Osman da anladı zaten kötü bir şey olduğunu, tıpkı benim muhtarın hal hareketinden tahmin etmem gibi. Ne kavalla uğraşıyor ne de süngere el sürüyordu. Sucu hasretle beklediğim o olumlu cevabı vermedi. Hayır dedi. Planlar, sınırlar, tarihler belirlendi. Çok değil birkaç yıla topraklarınız ve köyünüz istimlâk edilecektir. Ona göre köy ahalisine haber vermeye başlasan iyi olur. Muhtar peki Sucu peki, dedi çaresizce ve boynunu bükerek. İlk defa eşini kaybettiğinde bu kadar mahzun ve çaresiz görmüştüm muhtarı, o da beş yıl önce. Yine çaresiz gibiydi… Yok yok! Çaresizdi… Memurlar ayranlarını bitirdiler ve hayırlı(!) haberlerini verdiler. Köyün bundan sonraki kaderini belirlemişlerdi ve müsaade isteyerek ayrılmak için ayağa kalktılar. Osman’ın minnacık yüzündeki kaygı benim kaygımla yarışır seviyedeydi. Osman’ın bir elinde kara muşamba diğerinde sol elim, önüne değil de yüzüme bakarak memurları uğurlamak için Toros’a doğru hareket ettik. Uğurladık Toros’u ve yoldaşlarını. Allah’a ısmarladık muhtar emmi diyerek muhtarın yanından da ayrıldık. Muhtar ayrı dertli ben ayrı. Osman daha bir dertli… Eve doğru ilerliyorduk ama adımlarımı nasıl atıyorum, zaman geçiyor mu, hiç farkında değilim. Dalmış gitmişim köyden uzaklara, genzimdeki toz tadını dahi fark etmiyorum artık… Elimde Osman’ın minicik terli eli… Nasıl sıktıysam artık su fışkırıyordu ayasından… Bir sorusuyla kendime geldim.
—Köye ne olacakmış abi?
Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece, köy su altında kalacakmış Osman, diyebildim. Apansız bu ifadeler çıktı. Çocuk barajı duydu iğde ağacının altında, ancak barajı nerden bilsin? Osman bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne oldu ne ettin demeden kucağıma aldım. Hıçkırıklarının arasından sıyrılan bir cümle işittim:
—Köydeki herkes de mi boğulacak şimdi, dedi ve elinden bırakmadığı kara muşamba yere düştü, toz kaldırdı. Yine toz… Yine…
Dudağım titrek, gözlerim yaşarmış, yüreğimde delimsirek tozlu bir acı… Küçücük oğlandan utanmasam oturup ağlayacaktım. Küçücük çocuk dedim ancak yaşım daha on sekiz…Ağlayamadım…Osman geçen sene küçük bir gölette boğulma tehlikesi geçirmişti. O gün bugündür sudan, su yığınlarından çok korkar. Onun için artık köydeki herkes boğulacaktı. Hayırlı(!) haberlerde gözyaşı döküle de bilirdi ama sevinç gözyaşları olurdu bu. Ya Osman’ın gözyaşı…Tozlu gözyaşıydı…
***
Gökhan KAYA
Afşin,Aralık