Bir bakış uzattı sevdiceği kızın evine doğru. Hemen çekti gözlerini, başını önüne yıktı, derin sükûtun devamına bıraktı kendisini. Efkârlı tüten bakışları buğulandı. Kapanan kirpiklerinin uçlarında onlarca ağırlığı hissettiren yaşlar asılıydı. Boşalttı gözlerinin yüklerini ve iri iri taneler halinde yuvarlandı yanaklarına doğru… Oradan da oturduğu kayanın üzerine damladı gözyaşları kızgın bir lav gibi…
Yine taştı tahammülü ve nihayetsiz bir şaşkınlığın alaborası içinde baktı sevdiğinin evine doğru gözlerinin derinliklerine baktığı gibi…
Sevdiği kızı istemeye göndermişti dünürcüleri…
O kim, bizim kızımızı istemek kim?
Anası yok!
Babası yok!
Yok da yok!
Çulsuz, beş parasız!
Daha neler neler söylemişler de söylemişler!..
Dünürcüleri de yerin dibine sokup sokup çıkarmalar…
Elçiye zeval olur mu?
Oturduğu taşın üzerinde gözlerini sevdiği kızın evine doğru yeniden dikmesine neden ise bir alkış tufanının kopmasıydı. Yüreği sızladı, dağlandı, yerinden uçtu Kafdağı’nın ardına… Ruhu bedeninden çıktı. İşte umutların tükendiği an. Nişan merasiminde yüzüklerin takıldığının işaretiydi ayyuka çıkan alkışlar ve ıslıklar… İçli, derin bir nefes aldığı ciğerlerinden sadece cılız bir ”Offf!” çıkabildi dudaklarının arasından… Ilık ılık bir şeyler aktı içine, kursağında düğümlenen umutlarını, güçlükle yutkundu.
Bütün bedenini bir titreme sardı, tutunacak bir dalı bile yoktu.
Artık, yüreğini esir alan sevdasını eller saracaktı.
Bak, sevdiğin kızı zengin, makam sahibi birine verdik dercesine…
Çatla, patla…
Ohhhhhh! Vur patlasın, çal oynasın.
Amaaaannnn, yandan…
Gözleri doldu. İlk defa anasız, babasız olduğuna içerledi. Hemen arkası sıra tövbe etti. Evet, bir suçtu onlar açısından anasız, babasız ve meteliksiz olmak… Seven gönülleri ayırmak bir haksızlık değil cinayetti. Düştüğü bu haksızlığa karşı sessiz çığlıklarına sinen haykırışları… Ağlamaktan gözlerinin ırmakları kurumuş, bakışları vaha arayışında ve umutları kırık…
Sevgisini yüreğinin en derinine gömdü betonlaşmışçasına… İşte sevdalı yüreklerin daha hazin ayrılışı… Kim bilir daha niceleri ayrılık rüzgârına kapılacaktı. Dudaklarının arasından “sevenleri ayırmayın” çıktı güçlükle…
Kan hızlı bir dolaşıma geçmişti damarlarında… Yüzündeki derinin üzerine düştü ateş… Hafifçe eğdi başını önüne, doğmayacak bir umudun bulutlaştırdığı gözlerinde. Dudakları büzüştü. Buğulu bir seyirle tekrar baktı sevdiceğizinin evine doğru. Bir şeyler mırıldanmak istiyordu, içten dışa doğru ama sesi çıkmıyordu. Hafifçe eğdi başını önüne, ölü bir umut daha belirdi kederin bulutlaştırdığı gözlerinde. Yüreğine düşen yüksek derecedeki hararet inmek bilmiyordu.
Şiddetli bir volkan patlamıştı gönlündeki üstü kapalı duran yanardağda… Son günlerde acımasız akan lavları arasına karışmış akıyor, kıvranıyor ve yanıyordu.
Sabaha kadar oturdu kayanın üzerinde çaresiz düşüncelerle… Erken saate rağmen gökyüzü pürüzsüz, mavi bir örtüyle kaplı olması bile onu boğuyordu. Gökyüzü muhteşem, hava özlem dolu olsa da yüreği sonbaharın hüznünü sergilemekteydi.
Sabah ezanını okuyordu müezzin… “Allah’u Ekber, Allah’u Ekber” bir huzur doldu içine… “Hayırlısı… Evet, hayırlısı…” dedi kendi kendine… Yavaş adımlarla camiinin yolunu tuttu. Sabah namazını kıldıktan sonra yıkık dökük evine vardı. Buruşmuş, bez perdelerini çekti. Gönüllü mahkûm etti kendini… Dış dünya ile bağlantısını kopardı ama arada bir pencereden içeri giren rüzgârın titrettiği donuk bir ışık yüzünü oynak parıltılarla aydınlatıyordu. Bu her aydınlanışta sevdiğinin hafızasındaki o güzel yüzü perdenin aralıklarından süzülüp içeri giriyordu sanki… Istırapla ezilen kalbinin acısından başka bir şey hissetmiyordu artık. Gamlı, hicran notalı iniltisi evin boş duvarlarında yankılandı. Sevda acısı en şiddetli vuruşuyla indirmişti darbesini.
Yüreğinin çırpıntısı bir türlü dinmiyordu. Tersine, sanki onu sinirlendirmek için daha hızlı çarpıyordu. Aşamayacağı bir sevda sancısına dönüştüğü hislerini yenemiyordu.
Üzerine yıkılan dünyanın enkazı altındaki çırpınışları…
İçinde gün geçtikçe biraz daha devleşen ıstırapları…
Her gün kapılarının önünden geçer ve tül aralığından bakışırlardı dakikalarca… Her geçişte kalp atışları hızlı, adımlar ağır… Şimdi ise adımlar da kalp de hızlı atacak, ibre çıldıracak…
Bazen bir bıçak gibi keskinleşir rüzgâr. Hoyrat ıslıklar çalarak, kâbusun kamçısıyla dövmeye başlar pencereyi. Bazen, sükûtun nabzını tutarsın uğultuların inleyişinde. Sessiz akan gözyaşlarından inciler dizse de sevdanın ipliğine…
Gemisi alabora olan ve denizde kaybolan kaptanın yavuklusu gözlerini ufuklara diker, umuda bel bağlar… “Oysa benim umudum bile tükenmiş!” dedi yüreğinin ta derinlerinde…
“Kapılarının önündeki taşlı, topraklı, tozlu yoldan nasıl geçerim? Dalgalar gibi salınan tülün aralığından bakan ela gözlersiz nasıl yaşarım?” dedi kendi kendine…
Bir hafta da ancak kendine gelebildi. Toprak evinden çıktı. Gözleri güneşe yabancı… Şehre yabancı… Hatta dünyaya yabancı…
Adımlarını ağır ağır atıyordu ki gördüğü manzara karşısında yıkılmamak için kendini zor zapt etti. Sevdiği kız, nişanlısının koluna girmiş, sarmaş dolaş, etrafa gülücükler dağıtarak yürüyordu. Cadde boyunca arkalarından seyretti nemli gözlerle…
*
MEHMET GÖREN