– MEHMET GÖREN
Gecenin yarısıydı. Uyuyamadım. Ruhum daralmış, dört duvar beni boğuyordu sanki. Eşofmanımı giyip çıktım dışarı. Göğe yükselen apartmanların arasında yürüyordum. Tek tük araba farlarından çıkan ışıkların gözlerimi kamaştırması bir yana apartmanların arası da beni sıkmaya başlamıştı.
İnsanların ayakları altında ezilen, bir dokunsan bin ah işiteceğim kaldırımlarda ilerlerken bir çöpçü sırtını okulun bahçe duvarına vermiş, elini yanaklarına götürmüş. Dalmış gitmiş, kim bilir neler düşünüyor?
Bakışlarından gizemli bir ışık yayılıyordu etrafa. İçini kasıp kavuran fırtınanın dışa yansımasıydı belki de. Usulca yanına yaklaştım, beni fark etmedi bile. Yanına çömeldim. Gözünü dikmiş olduğu noktadan başını ayırmaya başladı yavaş yavaş. “Fırsat bu fırsat” diyerek, “Ne oldu?” diye sordum ama beni duymadı. Çehresi koyu bir kederin kuşatması altındaydı sanki. Kendi haline bırakmanın iyi olacağını düşündüğüm ve tam gideceğim sırada eliyle “Otur.” işareti yaptı. İçini dökmek istemiş olacak ki anlatmaya başladı:
“Köyde yirmi dönüm tarlamız vardı. Babam onunla ailemizin geçimini sağlıyordu. Anam da evdeki birkaç küçükbaş hayvandan elde ettiği yoğurdu, sütü komşulara satarak aile bütçesine katkıda bulunuyordu. Kardeşimle ben de hayvanları otlatır ve bazen de tarlada babama yardım ederdik. İlkokulu bitirdim. Köyümüzde ortaokul olmadığından okumak için şehre gitmem gerekiyordu. Ailemin beni okutmaya gücü yoktu ama babam, “Okuyacaksan, sırtımda taş çeker yine okuturum.” dedi.
Ayakkabımı ve gömleğimi yeni aldık, okula giderken ilk defa giyecektim. Pantolonum ütü tutsun diye gece döşeğimin altına serdim. Sabah vedalaştıktan sonra şehre giden bir traktörün römorkuna bindim. Şimdiden kendimi okulun en şık öğrencisi ilan etmiştim. Okula vardım ki ne göreyim; herkesin ayakkabısı iskarpin, üzerlerinde takım elbise. Benim elbiselerim ucuz ve kalitesiz. Gülüp alay ettiler. Geçtim bir köşede hüngür hüngür ağladım.
Köyden gelen biri buraya nasıl ayak uydurabilirdi? Ne köyümüzde ne de yakın köylerde ortaokul olmadığı için mecburen gelmiştim. Arkadaşlık etmiyorlar, aralarına da almıyorlardı.
İki bizim, üç de çevre köylerden olmak üzere toplam beş öğrenciydik. Diğerleri sırasıyla okulu bırakıp gittiler. Okulu bırakıp köye dönen çocuklara, “varan bir” dediler. Okuma arzum beni sona bırakmıştı. Okulu bırakmamak için çok direndiysem de nafile. Dayanamadım; ben, “varan beş”tim.
Kamyonun kasasına atlayıp köyüme döndüm.
O zamanlar şartlar ağırdı. Şimdi böyle mi? Köyde ortaokul, kasabada lise var. Yoksa da taşımalı eğitim… Kitaplar alınıyor, ayakkabılar bile veriliyor. Kısacası durumu iyi olmayan ailelere maddi yardım yapılıyor. Verilmese bile artık herkes çocuğuna en iyi elbiseleri alabiliyor.
“Çocukların yaptıkları hiç de hoş değil.” dedim.
“Onlara çocuk dersin ama ya büyüklerin yaptığının izahı var mı?”
“Hayırdır?”
“Yerleri temizliyordum. İki genç motosikletle geçerken yüzüme tükürdüler.”
“…!”
Moral bozukluğunun nedenini anlamıştım.
“Çok zoruma gitti. Motosikleti üzerime sürdüler. Yere düştüm. “Çöpçü parçası” dediler. Oturup ağladım dakikalarca. Ben işimi yapıp, ailemi helâlinden geçindiriyorum, halimden şikâyetçi de değilim ama “çöpçü parçası” dendiğinde her şeye göğüs gerip de okumadığıma bin pişman oldum.”
Yerinden kalktı. Kasırganın ortasında çaresiz kalmış gözü yaşlı çöpçünün süzülen gözyaşları derin hatlar çizmişti yanaklarında. Yalnız fırtına mıdır, deprem mi, heyelan mı kasıp kavuran; yıkan, darmadağın eden? Çalışmaktan, helâlinden kazanmaktan daha onur verici bir şey olabilir miydi?
Yüzüne baktım; mimikleri, direnmeliyim fotoğrafına dönüşmüştü.
Olsun be ağabey, olsun. Çalmadım, çırpmadım. Pişmanım ama vicdanım rahat, dedi. Hem beni insan yerine koymayıp yüzüme tükürenlerin de öğreneceği çok şey var. Onlar da anlayacaklar elbet yaptıklarının yanlış olduğunu. Ama vicdanları onları rahat bırakmayacak.
Gülen yüreğine gözünü dikmiş yüreksizlerin yaptığı yıkımla, süpürgesini eline alıp başladı cadde ve sokakları temizlemeye…