– HARUN ÇİTİL
*
Ortaokul birinci sınıftaydım. Ağustos ayının son günleriydi. Camızlarımızı, öküzlerimizi, ineklerimizi yaymak için suyun kenarına, halk dilinde suyunkırağına, harmanların olmadığı çayırlık alanlara götürüyordum. Günbatımından önce de hayvanları eve getirerek ahırdaki yerlerine yularlarıyla bağlıyorduk. Geç kalmıyorduk çünkü hayvan çalan hırsızların olduğu söyleniyordu. Yazıda yaylım esnasında hayvanları sürüden ayırmıyorduk.
Bizim hayvanlardan başka komşularımızın üç ineğini de günlüğü birer liradan otlatıyordum. Bu sayede okul harçlığımı biriktiriyor, bazı günlerde-cumartesi öğleden sonra – yirmi beş kuruş vererek arkadaşlarımla Katiboğlu’nun – HacıkelYemliha’nın – sinemasına ailemizden habersiz gidiyorduk. O yıllarda sinemaya gitmek çocuklar için bir ayrıcalıktı. Sinemaya gidemeyen arkadaşlarımıza seyrettiğimiz filmleri, ballandıra ballandıra anlatıyor; hava atıyorduk.
Sarı İnek doğum yapalı üç gün olmuştu. Tıpkı kendisi gibi alnında ve ön ayaklarında beyaz renkli işaretleri olan, sarı renkli bir erkek buzağısı vardı. Anam Sarı İneği sağarken ona yardım ediyordum, ineğin dört memesinden ikisini sağıyor, diğer ikisini de buzağının emmesi için sağmıyordu. Sarı ineğe, yavrusu olduğu için özel bakıyordum. Normal samanın yanı sıra, yaş yonca veriyordum. Anam ineği sağarken ben de ayakta güçlükle durmaya çalışan buzağıyı seviyor, bazen kucağıma alıyor, öpüyordum. Sarı İnek beni sevdiği için, yavrusuyla oynamamdan rahatsız olmuyordu. Anam,işini bitirip gittikten sonra ben buzağıyı Sarı İnek’in altına getiriyor, memeyi bulmasına yardımcı oluyor; sonra da buzağının burnunu memelere çaka çaka emmesini seyrediyordum. Yaklaşık on dakika buzağının annesini emmesini bekliyor, sonrada buzağıyı kucaklayarak ahırdaki çitle ayrılmış bölüme koyuyordum. Sarı İnek’in önüne biraz daha kes samanı koyarak başını okşuyor, boğazının altını kaşıyıp sırtını sıvazlayarak ahırdan ayrılıyordum.
Birkaç gün sonra Sarı İnek de diğer hayvanlarla birlikte yaylıma başlamıştı. Güneşli, berrak bir ağustos günüydü. Hayvanları ve komşunun üç ineğini alarak Killik denen mevkide diğer mal yayan arkadaşlarımızla bir araya geldik. Mıstık emmi, seksenine merdiven dayamış sevimli bir ihtiyardı. Beyaz sakallı, kemerli burunlu, küçük gözlü, uzun yüzlü,esmer tenliydi. Bir ineği, bir de eşeği vardı. Her gün bizimle birlikte onları yayardı. Çocukların çok sevdiği neşeli bir ihtiyardı. Çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu. Çocuklarla şakalaşmayı çok severdi. Mal yayan çocuklara söğüt ağacından düdük yapar, yiyeceklerini çocuklarla paylaşırdı. Çayırda çocukları birbirleriyle güreştirir, hakemlik yapardı. Bazen Battal Gazi’nin, Hz.Ali’nin kahramanlık cenklerini ve askerlik hatıralarını abartarak anlatırdı. Hele Battal Gazi’nin bir kılıçla on beş kafiri öldürdüğünü anlatırken ağzımız açık dinlerdik.
Öğle olmuştu, hayvanların bir kısmı söğüt ağaçlarının gölgesinde, bir kısmı tarlaya yatmış geviş getiriyordu. Camızlar suyun içinde yatarak serinliyorlardı. Başlarını suya batırıyor,burunlarından su fışkırtarak keyif çatıyorlardı. Öğle olduğu için yemek saati gelmişti. Mıstık emmi: “Herkes azık çıkınlarını buraya getirsin.” diye yüksek sesle seslendi.
Önce kendi çıkınını açtı; iki domates, iki kocamış hıyar, biraz deri çökeleği ve bir de yufka ekmek vardı. Çocuklar ellerindeki çabıt çıkınlarını-azıklarını-Mıstık emmi’nin önünde tek tek açtılar. Açılan çıkınlardaneler yoktu ki: Yufkalar, ekmekler, pideler, yağlı omaçlar, pekmez omaçları, pekmez kırması, inek peynirleri, çökelekler, hıyarlar, domatesler, bulgur pilavı, yarma aşı, pişmiş yumurta, külekte Antep pekmezi ve Tarsus helvası…
Herkesin gözü Antep pekmezi ve Tarsus helvasındaydı. Mıstık emmi, helvadan kendisine bir dürüm yaptı, bir domatesi dilimledi, eline bir hıyar aldı. “Afiyet olsun!” deyince diğer çocuklarda hep birlikte nevalelerini birbirlerine ikram ederek iştahla yemeye başladılar. İlk önce pideyle birlikte helva ve Antep pekmezi tüketildi. Kısa süre sonra bulgur pilavının dışında her şey iştahla yenmişti. Mıstık emmi askerlik matarasından suyunu içti,eliyle ağzını sildi, beyaz sakalını sıvazladı. Diğer çocuklar Palak’ın Pınarı’ndan suyu avuçlarıyla kana kana içtiler. Ellerini, yüzlerini yıkadılar. Öğle arasında malcı çocuklar arasında çeşitli oyunlar oynanırdı: koskuç, güreş, bilek güreşi, suda çimmek, koşu, çelik çomak, eşekleri yarıştırmak,futbol maçı…
Mıstık emmi, öğle namazını yeni kılmıştı. Ortaokuldan beş arkadaşım yanımıza geldi, beşi de memur çocuğuydu. Gezmeye gelmişlerdi, ellerinde kuş lastikleri, başlarında şapkaları, bir de kırmızı bir naylon top vardı. Hoşbeş sohbetten sonra kendi aramızda futbol oynamaya karar verdik. Çünkü çok güzel bir çayırlık alan vardı. Biraz küçüktü ama top oynamaya çok müsaitti. Malcı çocuklardan beş kişilik bir takım oluşturduk. Çayıra koskuç ağaçlarından yaklaşık altışar metrelik iki kale yaptık. İki devre maç yapacaktık. Üç gol atanıca birinci devre bitecekti. Altı golü hangi takım tamamlarsa maçın galibi olacaktı. Top oynamayı çok seviyordum.
Sarı İnek’e baktım, memeleri sütle dolmuş ayakta duruyordu. Mıstık emmi, öğle namazını bitirmiş. Söğüt gölgesinde dinleniyordu, koşarak yanına vardım:
-Mıstık emmi, biz arkadaşlarımızla futbol maçı yapacağız. Sana zahmet hayvanlara göz kulak olur musun?
Mıstık emmi:
-Hayvanlar mışıl mışıl geviş getirerek yatıyorlar, siz hiç merak etmeyin, ben hayvanlara bakarım.
Memur çocuklarının hepsinin ayağında spor ayakkabıları vardı. Hepimiz imrenerek spor ayakkabılara baktık.Bizler yaz mevsiminde tarlada, takımda çalışıp hayvanları yayarken onlar, gönüllerinin istediği gibi tatil yapıyorlardı; onlara gıpta ile baktık.Benim ayağımda soğukkuyu denilen siyah renkli lastik bir ayakkabı vardı. Bazı arkadaşlarımın lastik ayakkabıları yırtık olduğundan yalın ayak oynayacaklardı. Rakiplerimiz teknik bakımdan bizden üstündü.
Kıran kırana bir maç başlamıştı.Hakemliği öğretmen çocuğu olan Ali yapıyordu. Çok güzel futbol oynuyordu. Aynı zamanda sınıf arkadaşımdı. Takım arkadaşlarımın bir çoğunun futbolla ilgisi olmadığı için, güreş yapar gibi futbol oynuyor ve faul yapıyorlardı. Bu yüzden aramızda sıkça tartışma çıkıyordu. Birinci devreyi memur çocukları, üç-bir önde tamamladılar. İkinci devreye dinlenme vermeden heyecanla başladık. Fauller, tartışmalar, bağırmalar, çağırmalar neticesinde memur çocuklarına altı-üç net skorla yenilmiştik. Canımız sıkılmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Başka bir zaman rövanş yapmaya karar verdik.
Mıstık emmi, çayıra sağ yanına uzanmış, sağ avucunu başına yastık yapmış, belli ki kestiriyordu. Gözlerim Sarı İnek’i aradı fakat görünürde inek yoktu. Heyecandan kalbim küt küt çarpmaya başladı.
-Mıstık emmi, Mıstık emmi!.. Sarı İnek yok!.. Nereye gittiğini gördün mü?
Mıstık emmi, gözlerini ovalayarak doğruldu. “Nereye gidecek, buralarda bir yerdedir. Söğüt ağaçlarının arasına, Mehmet Çavuş’un dikmeliğine, Türkalisi’nin otluğuna, Çatal Pınar’a, Boşnakların tarlalarına bakın. Belki de eve gitmiştir.” dedi.
Herkes, Sarı İnek’i aramaya koyuldu, dört bir yana bakıldı ama Sarı İnek kuş olmuş uçmuştu sanki, yoktu. Arkadaşlarımdan biri “Hırsızlar ineği çalmış olmasın!” deyince korkmaya başladım. Betim benzim attı… Futbol oynadığıma bin pişman olmaya başlamıştım. Babama,anneme ne diyecektim? Sarı İnek’in yavrusunu nasıl besleyecektik? Sarı İnek’e sahip olamadığım için beni becerisizlikle suçlayacaklardı. Dua etmeye başlamıştım. “Ya Rabb’im!Sarı İnek sağ salim bulunsun, bir daha futbol oynamayacağım. “Bir taraftan da içimden memur çocuklarına kızıyordum. Onlar gelmeseydi, top oynamayacaktım ve Sarı İnek de kaybolmayacaktı. Kara kara düşünmeye başladım. Diğer hayvanları bırakıp bir yere de gidemiyordum. İkindi sonu hayvanları önüme kattım, evin yolunu tuttum. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra eve ulaşmıştım. Komşu ineklerini evlerine teslim ettim.
Evimizin avlusu oldukça büyüktü. Zaman zaman avlumuzda iki kağnı bulunurdu. Büyük avlunun tahta kapısını açtım. İki camızı, iki öküzü, bir de düveyi avluya girdirdim. Sarı İnek avluda yoktu. Anam ardıç merdivenin başında oturuyordu, babam da ev yoktu. Anam Sarı İnek’i sorarsa ne diyecektim? Nasıl cevap verecektim? Sıkıntıdan canım çıkacak gibiydi. Bir an evvel Sarı İnek’in kaybolduğunu söyleyeyim,ne olacaksa olsun diyordum! Üzüntüyle anamın yüzüne baktım. Anam; nur yüzlü, beyaz tenli, güzel bir kadındı. Yüzünde bir gülümseme vardı. Belli ki benim ineği kaybettiğimi, yüzümdeki endişeden anlamıştı. Daha fazla üzülmemi istemediği için müjdeyi verdi:
-Oğlum, Sarı İnek yeni doğum yaptığından, karnı doyunca yavrusunu emzirmek için tek başına öğle sonu eve geldi. Dikkat et, sürüden ayrılmasın. Diğer hayvanlarla birlikte gelsin. Sarı ineğin iki memesini sağdım, ikisini de buzağıya bıraktım. Buzağı aç, sen emzirtirsin.
Dünyalar benim olmuş, çok sevinmiştim. Koşarak anama sarıldım, sevgiyle yanaklarından şapur şupur öptüm. “Ana,ben Sarı inek kayboldu diye çok korktum… Hatta hırsızlar tarafından çalındığını bile düşündüm.” dedim. Anam, Sarı İnek’in ahırda olduğunu söyleyince koşarak ahıra daldım. Sarı İnek’in boynuna sarıldım. Gıdısından öptüm. Boğazının altını kaşıdım, sırtını sıvazladım. Buzağıyı kucakladım, alnından öperek karnında ellerimi gezdirdim, başını okşadım. Sarı İnek’in yanına getirdim, burnuyla çakıştıra çakıştıra annesini maç maç emmesini izledim. Hem ineğin hem de buzağının keyfine diyecek yoktu. Sarı İnek’in yem teknesine kes samanı koyarak onu ödüllendirdim. İkisine de bir süre sevinçle baktım. Sonra buzağıyı kucaklayarak ahırdaki bölmesine koydum.
Mutluluktan uçuyordum. Ardıç merdivenden koşarak toprak dama çıktım. Güvercinlerim benden yem bekliyordu. Keyfime diyecek yoktu, keyfim yerine gelmişti. Yirmi çift cins güvercinim vardı: Muharrek, Şamlı, Bağdatlı, Paçalı, Güllü, Museydi, Filik, Taklacı…
Bakır sahanı buğday ve mısırla doldurdum. Güvercinler etrafımda uçuşuyor, yem bekliyordu. Sağ avucumun içine biraz mısır koyup elimi uzattım. Muharrek isimli güvercin, her zamanki gibi avucuma kondu ve avucumdaki mısırları iştahla yemeye başladı. Sahandaki buğday ve mısır tanelerini dama serptim. Güvercinlerimin birbiriyle yarış edercesine yem yiyişlerini, erkek güvercinlerin boğazlarını şişirerek ötüşlerini mutlulukla izlerken anamın tatlı sesi duyuldu:
-Oğlum, acıkmışsındır, tarhana çorbası hazır; gel de soğumadan sıcak sıcak iç çorbanı!